Soru-Cevap

Gayrimüslim Bir Ailede Dünyaya Gelmek ve İlâhî Adalet

Soru: Bazı insanlar Müslüman, bazıları ise gayrimüslim ailelerde dünyaya geldiklerinden inançları da farklıdır. İlâhi adalet açısından bu durum nasıl izah edilebilir?

Cevap: Bu ve benzeri sorulardaki temel hata adalet ile lütfun birbirine karıştırılmasıdır. Zira adaletin tersi zulümdür ve Cenab-ı Hakk zalim olmaktan münezzehtir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de geçen “Şüphesiz ki Allah zerre miktarı zulmetmez.” (Nisa, 40); “Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 46) ayetleri buna şahittir. Unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hakk kullarına zulmetmek isteseydi cehennemi yarattığını haber vermezdi.

Bununla beraber lütfunda farklılık olabilir. Nitekim Allah Teala: “İşte bu, Allah’ın fazlıdır/lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Cuma, 4) buyurmakla lütfunun herkese eşit seviyede olmayacağını bildirmiştir.

Adalet-Lütuf Farkı

Adalet-lütuf ayrımının ne anlama geldiğini biraz daha açalım. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde: “Her doğan (İslam) fıtratı üzere doğar. Daha sonra ebeveyni onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar[1] buyurmuştur. Bu hadisteki “fıtrat” kelimesi ciddi ehemmiyeti haizdir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife (rahimehullah) el-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde, “Allah insanları iman ve küfürden sâlim (nötr) olarak yarattı” demektedir.[2] İlgili ifadenin devamında insanların “fıtrat” üzere doğduğunu zikretmekte, buradaki “fıtrat”ın da “İslam’a meyilli olmak” manasına geldiği İmam’ın ibarelerinden anlaşılmaktadır. Yani hadis-i şerifte geçen fıtrat, İslam’a meyilli olarak doğmak manasına gelmektedir ki tüm insanlar bu hususta aynıdır. İşte bu da adalettir. Hiçbir insan bir başkasından yapı ve fıtrat olarak İslam’a olan meyli hususunda farklı doğmamaktadır.

Bununla beraber bazı insanlar Müslüman coğrafyada dünyaya gelirken bazıları gayrimüslim topraklarda doğmaktadır. Burada bir fark olduğu açıktır fakat buradaki fark “adalet” noktasında olmayıp “lütuf” hususundadır. Yukarda geçtiği üzere de Allah lütfunu dilediği kimseye verebilir. Neticede mülk O’nundur, tasarruf hakkı da elbette kendisindedir.

Adalet-lütuf ayrımını bir misalle daha iyi izah edebiliriz; fabrikanın patronu bir gün işçilerini, maaşlarını vermek için yanına çağırsa ve her bir işçisine istihkaklarını verse, bununla beraber içlerinden bazılarına üç kat maaş verse ve bunu da diğer işçilerin paylarından kesmeden yapsa, o işçiler kendilerine zulmedildiğini söyleyebilir mi?

Hayır söyleyemez. Çünkü patron onlara hak ettiklerini zaten vermiştir, haksızlık yapmamış, adaleti sağlamıştır. Üç kat fazla maaş verdiklerine ise lütfundan dolayı vermiştir. Yani o parayı, diğer işçilerin hakkından çalarak vermemiştir. Dolayısıyla istihkaklarını verdiği işçilere adaletli davranmış, fazladan verdiklerine ise lütufta bulunmuştur. Cenab-ı Allah da her insanı, İslam’a meyilli olarak yaratmakla adaletli davranmış, kimilerini daha İslamî çevrede yaratmakla lütufta bulunmuştur.

Hz. Nuh’un Oğlu ve Firavun’un Hanımı

Tabi şunu da ifade etmeliyiz ki bizim lütuf sandığımız şey tamamen zâhiri bir bakıştan ibarettir. İşin hakikatinde ise neyin iyi neyin kötü olduğu bilgisi bizi aşmaktadır. Yoksa İslamî çevrede dünyaya gelen, orda yetişen bir insanın daha iyi bir Müslüman olma -hatta Müslüman kalma- garantisi yoktur. Zira öyle bir kesinlik söz konusu olsaydı Hz. Nuh’un oğlu kafir, Hz. Lût’un (aleyhimesselam) karısı isyankâr, Hz. Muhammmed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası İslam düşmanı olmazdı.

Aynı şekilde İslam ile hiç alakası olmayan bir yerde doğan birisinin de kafir kalacağı kesinliği asla yoktur. Zira Firavun gibi küfrü insanlık tarihine geçmiş birisinin hanımı Asiye validemizin Müslüman olması, Avrupa’da ve Amerika’da her gün yüzlerce kişinin İslam ile müşerref olması bunu göstermektedir.

İman ve küfür, istatistiksel olarak ortaya konulabilecek mahiyette değildir. Çünkü bunlar, kişinin isminin Ahmet, Mehmet veya James olması ile alakalı olmayıp, son nefesi ile ilgilidir ki onu da yalnızca Allah bilir.

İman ve Samimiyet

İnsanın, İslam ile müşerref olmasının en büyük âmili samimiyettir. Eğer kişi samimi olarak hakikatin peşinde koşarsa bulunduğu mekânın, etrafındakilerin zihniyetinin ne olduğu zerre kadar önemli olmayacaktır. Nitekim Allah (azze ve celle) “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücadele edenleri, mutlaka yollarımıza eriştiririz. Elbette ki Allah iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut, 67) buyurmuş, hidayete ulaşma yolunu hak uğrundaki çabaya bağlamıştır.

Aynı minvalde bir hadis-i şerifte de bir gün bir sahabî, Peygamberimizin (aleyhisselam) yanına gelir ve kendisinin Müslüman olmadan önce çok yardımsever olduğundan, bu amellerinin karşılığının olup olmayacağını sorar. Peygamberimiz, o sahabîye şu muazzam cevabı verir: “Zaten o amellerin sebebiyle sana İslam nasip oldu.[3]

Olayın özeti aslında tamamen budur. İslami çevrede doğup, yetişmek elbette mühimdir ama belirleyici kıstas samimiyettir.

Sonuç

Neticeye gelecek olursak, her insan farklı imkân ve bölgelerde dünyaya gelmiş olsa da sahip oldukları “hakka meyyâl olan fıtratları” ile adaletsizlik söz konusu olmamaktadır. Bununla beraber diğer tüm koşullar “lütuf” başlığının altındadır.

İkinci olarak, iman samimiyet meselesidir. Kişi samimi olup hakkın peşinden koştukça hak ona kendisini gösterecektir.

Son olarak da Allah herkese akıl vermiştir. İnsan nerde doğarsa doğsun aklını kullanmalıdır. Ateizmin, deizmin, agnostisizmin vs. yetersizliği ve tenakuzlarını görmek suretiyle hakkı bulmak için çaba sarf etmekten asla geri kalmamalıdır.

Kendilerine davet ulaşmayan kişilerin ahiretteki durumu bu konu ile alakalı olsa da onu başka bir başlık altında inceleyedik. Dileyen buraya tıklayarak o yazımızı da okuyabilir.


[1] Buhari, Sahih, No: 1385

[2] Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, el-Mektebetü’l-Furkan, s. 31

[3] Buhari, Sahih, No: 1436; Müslim, Sahih, No: 240

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu