Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
Kerâmet kelimesi, “k-r-m” kökünden isim olup lügatte “kerem sahibi olmak, şerefli ve aziz olmak, cömert olmak” gibi manalara gelmektedir.[1]
Bir tasavvuf terimi olarak kerâmet, peygamberlik iddiası olmaksızın bir kişide harikulâde bir halin ortaya çıkması,[2] peygamberler dışında, Kur’ân’a ve sünnete samimi tarzda bağlanmış ve takva sahibi bir kulun yaşadığı olağanüstü durumlar,[3] Allah’ın, kendisine itaat eden ve O’na yaklaşmaya çalışan dostlarına bir ikramı[4] şeklinde tarif edilmiştir.
Kerametin Çeşitleri
Tasavvufta kerâmet, ‘kevnî, sûrî, maddî’ veya ‘hakiki, ilmî, manevî’ olmak üzere ikiye ayrılır. Kevnî kerâmet, bazı olağanüstü haller göstermektir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi. Hakikî kerâmet ise; ilim, mârifet ve ahlakla ilgili olağan üstü durumlardır. Peygamberler, istedikleri zaman mucize açığa çıkarmaya muktedirdir; yani mucizenin gösterilmesi vaciptir. Kerâmetin ise, gizli olması gereklidir. Mucize de kerâmet de, bütün fiiller gibi Allah takdir ederse gerçekleşir. Kerâmetin gizliliği esas olduğundan sûfiler, kerâmeti ‘hayz-ı ricâl’ olarak görmüşlerdir. Sûfiler, ilk devirden itibaren kerâmetten çok istikâmet üzere olmaya dikkat etmişlerdir. Onlara göre gerçek kerâmet, Allah’ın emirlerine uymak ve sünneti yaşamaktır.[5]
Sûfîler, kerâmetlere büyük anlamlar yüklemezler ve bu kerâmetlerin, kendileri için Allah’ın bir imtihanı olmasından korkarlar. Bu bağlamda aslında gerçek kerâmet, istikâmettir.
Allah’ın bir lütfu olarak veli kulların elinde kerâmet gibi harikulade fiillerin meydana gelebileceğini kabul etmek, Ehl-i sünnetin temel prensipleri arasında yer almaktadır.[6]
Keramet Haktır
İlk dönemden itibaren telif edilen akaidle ilgili eserlerde velilerin kerâmetleri daima hak olarak kabul edilmiş ve peygamberin nübüvvetine ait bir delil olarak ele görülmüştür. Buna göre veli, Peygamber’in yolunda giden ümmetin bir ferdidir. Bu sebeple ondan zuhur eden kerâmetler tabi olduğu peygamberin doğruluğunu ispat eden bir delildir.[7]
Velîlerden kerâmetlerin zuhur etmesini caiz görmek vaciptir. Marifet ehli olan cumhurun görüşü budur. Keramet nev´inden olan haber ve menkıbeler tevatür haddine ulaşacak kadar çoktur. Bu rivayetler, prensip olarak kerametin mevcudiyeti ve velilerden zuhuru hakkında kuvvetli bir ilim hasıl edecek ve bu konudaki şüpheleri izale edecek mahiyettedir. Sûfîler arasında bulunanlar kerametle ilgili haber ve menkıbelerin tevatür haddine ulaştığını bilirler, bu durumda olanlar esas itibariyle bu hususta şüphe etmezler.[8]
Mucize ile Keramet Arasındaki Fark
Ehl-i sünnete göre, mucize ile kerâmet arasında herhangi bir fark yoktur.[9] Söz konusu harikulade fiil, bir nebiden zuhur etmişse mucize, salih bir müminin elinde zuhur etmişse buna kerâmet denilmiştir.
İbn Furek (Rahimehullâh) der ki: “Mucize ile keramet arasındaki fark şudur: Peygamberler mucizeyi açıklamakla memurdurlar, kerameti saklı ve gizli tutmak ise veliler üzerine vaciptir. Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), mucize sahibi olduğunu iddia ediyor ve bunu katiyetle ifade ediyordu, velî ise keramet iddiasında bulunmaz, kendisinden zuhur eden hâllerin keramet olduğunu kesinlikle söyleyemez. Zira bu hâllerin bir mekr (oyun, istidrac) olması caiz ve mümkündür.”[10]
Keramet Kur’an, Sünnet ve İcma İle Sabittir
Hülasa Ehl-i Sünnet alimlerine göre kerâmet, Kur’ân-ı Kerim, sünnet ve icma ile naklen sabittir. Ashab-ı Kehf kıssası[11], Hz. Meryem’in insan suretinde de olsa melekleri görmesi[12], mabedde kaldığı odasına gaipten rızıkların gönderilmesi[13], Hz. İsa (Aleyhisselâm)’ın doğma zamanı yaklaşınca altına uzandığı ağaçtan yaş hurmaların üzerine dökülmesi[14] Belkıs’ın tahtının göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içinde getirilmesi gibi harikulade hadiseler başlıca Kur’ân-ı Kerim delilleridir.
Konumuzla ilgili olması bakımından bu kıssayı Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği şekliyle aktarıyoruz:
(Elçi geri döndükten sonra Süleymân (Aleyhisselâm), Allah Teâlâ’nın üstün gücünü Belkıs’a gösterip de İslâm’a girmesini kolaylaştırmak için etrafında bulunan eşrâfa) dedi ki: “Ey ulular! Onlar bana Müslümanlar hâlinde gelmeden önce, bana onun (kapalı kapılar ardında korumalarla muhâfaza ettiği) tahtını hanginiz getirebilir?”
Cinlerden (pis huylu, inatçı ve güçlü) bir ifrît dedi ki: “Sen (sabahları insanlara hüküm vermek için oturduğun bu) makamından (öğlen vakti) kalkmadan önce ben onu sana getiririm; gerçekten de ben buna karşı elbette pek güçlü ve çok güvenilir biriyim (; onu taşımak bana zor gelmeyeceği gibi, hiçbir parçasına zarar dokundurmadan sapasağlam bir şekilde onu sana teslim ederim).”
Kendi yanında (Tevrât ve Zebûr gibi, Süleymân (Aleyhisselâm)’dan önce indirilmiş) kitap(lar)dan büyük bir ilim bulunan o (Âsaf ibni Berhiyâ isimli sıddîk) kişi (kendisiyle dua edildiği anda kabul eseri görülecek olan ism-i a`zamı bildiği için): “Gözün(ü bir tarafa çevirdiğinde, o) sana geri dönmeden ben onu sana getiririm!” dedi. O (zatın, ism-i a`zamı okumasıyla Süleymân (Aleyhisselâm)) onu yanında yerleşmiş bir halde görünce (bu nimete şükretmek üzere): “İşte (göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda) bu (murâdımın gerçekleşmesi), Rabbimin (bana lûtfetmiş bulunduğu) fazlındandır. Tâ ki O, şükürde mi bulunacağım yoksa (kendime bir pay çıkararak yahut hakkıyla şükredemeyerek) nankörlük mü yapacağım diye beni imtihân (edenin muâmelesine tâbi) etsin (için bunu bana vermiştir)! Kim şükrederse, (bununla nimetinin devamını ve artışını sağlayacağından) ancak kendisi için şükretmiş olur; her kim de nankörlükte bulunursa, Şüphe siz ki benim Rabbim (kimsenin şükrüne ihtiyacı olmayan bir) Ğaniyy’dir, (nankörlük yüzünden nimetini kesmeyecek derecede iyilik sahibi bir) Kerîm’dir.” dedi. (Neml: 38-40)
Kısaca naklettiğimiz bu gibi hadiseler, konunun Kur’ân-ı Kerim’den delillerini teşkil etmektedir. Bunun dışında sahih hadislerde bazı şahıslar tarafından gösterilen kerâmetler anlatılmış, sahabe-i kiram, tabiin ve diğer salih kişilerden de birçok kerâmet rivayet edilmiştir.[15]
[1] Cevheri, Sıhah, 5/2019, “krm” maddesi, (Tahkik: Ahmed Abdulkadir Ata, Dâru’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut); İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, “krm” md. 12/512, (Dâru Sâdır, Beyrut, 1414); Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 707. (Tahkik: Safvan Adnan Davudî, Dâru’l-Kalem, Dimeşk, Dördüncü Baskı, 1430/2009)
[2] Seyid şerif Cürcânî, et-Tarifat, s. 184; (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Birinci Baskı, 1403/1983); Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 446 (İstanbul: Anka Yayınları, 2004).
[3] Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-Üns, s. 27. (neşr. Mehdi Tevhidi Pûr, Tahrân: İntişârât-i Kitâb-i Furuşi Mahmudî, 1337).
[4] Abdülkerîm Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 520 (Tahkik: Abdulhalim Mahmud- Mahmud ibn Şerif, Dâru’l-Meârif, Kahire).
[5] Ömer Yılmaz, Geçmişten Günümüze Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 219. (Ankara: Akçağ Yayınları, 2015).
[6] Cüveynî, el-İrşad, s. 316 (Tahkik: Muhammed Yûsuf Mûsâ, Ali Abdülmün‘im Abdülhamîd, Nâşir: Mektebetü’l-Hancı, Mısır, 1950); Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, 1/536-537. (Tahkik: Muhammed Enver Hamid İsa, Mektebetü’l-Ezheriyye li’t-Türâs, Kâhire, Birinci Baskı, 1432/2011)
[7] İmam Ebu Hanife el-Fıkhu’l-Ekber, s. 10 (Haydarabad 1342); Tahâvî, Akidetü’-Tahâvî, s. 31; (Daru ibn Hazm Birinci Baskı 1416/1995); Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 336-337 (Darü’n-Nehzati’l-Arabiyye, Beyrut); Serrac, Ebu Nasr et-Tûsî, el-Luma’: İslam Tasavvufu, (trc. H. Kâmil Yılmaz), İstanbul 1996, s. 309-323; Kelâbâzî, Kitabü’t-Ta’arruf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, s. 71-79 (Dımaşk 1986).
[8] Abdülkerîm Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 522.
[9] Bağdadi, Usulü’d-Din, s.174 (Beyrut 1981); Serrac, a.g.e., s. 311; Kelâbâzî, a.g.e., s. 7l-72; Hucvîrî, a.g.e., s. 336; Cüveynî, a.g.e., s. 319; Fahrddin er-Râzî, el-Erba’in fî Usuli’ddin, s. 205 (nşr. Ahmed Hicazi es-Seka, Kahire 1986).
[10] Abdülkerîm Kuşeyrî, Risâletü’l-Kuşeyrî, s. 521.
[11] Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“(Rasûlüm)! Yoksa sen, bizim âyetlerimizden (sadece) Kehf ve Rakîm sahiplerinin ibrete şâyan olduklarını mı sandın?
Tefsircilere göre “kehf” dağda bulunan genişçe mağara demektir. “Rakim” in ne olduğu konusunda kesin bir sonuca varılamamıştır. Ancak şu manalardan birine gelebileceği belirtilmiştir: Mağaranın bulunduğu dağ ya da vadi; Ashab-ı Kehf’in isimlerinin yazılı bulunduğu kitabe. Sahih-i Buhari’deki bi rivayete göre de Ashab-ı Rakim, Ashab-ı Kehf’in dışında üç kişilik bir topluluktur ki bunlar, yağmurlu bir havada sığındıkları mağaranın girişini büyük bir kayanın tıkaması ile mağarada mahsur kalırlar. Her biri, vaktiyle yapmış olduğu güzel bir davranışı yadederek kurtuluş niyaz ederler. Onlar dua ettikçe kaya biraz daha açılır ve kurtulurlar.
Ancak tercihe şayan görüş, Rakim’in Ashab-ı Kehf”in isimlerinin yazılı bulunduğu kitabenin adı olduğudur.
10. O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.
- 11. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık.)
- 12. Sonra da iki guruptan (Ashâb-ı Kehf ile hasımlarından) hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık.
- 13. Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık.
- Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
- Şu bizim kavmimiz Allah’tan başka tanrılar edindiler. Bari bu tanrılar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?
16. (İçlerinden biri şöyle demişti:) “Mademki siz onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.” - 17. (Rasûlüm! Orada bulunsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı). İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.
- Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.
- Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık: İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız?” dedi. (Kimi) “Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık” dediler; (kimi de) şöyle dediler: “Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.”
- “Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız.”
Beyzavi’nin naklettiğine göre şehre gönderilen adam, elindeki parayı harcamak üzere çıkarınca, şehir halkı, paranın üstündeki kral Dekyanos’un resmini görür ve adamın bir hazine bulduğunu sanarak kendisini devrin hükümdarına götürürler. Aradan uzun zaman geçmiştir. Artık bu hükümdar, tevhid akidesine bağlı bir hıristiyandır. Genç adam, krala başlarından geçenleri anlatır. Hep birlikte mağaraya giderler ve gencin anlattıklarının doğruluğunu hayretler içinde görürler. Yeniden dirilmenin imkanını isbatlayan bu müşahededen sonra, Allah Teala bu gençleri tekrar ebediyet uykusuna daldırır.
- 21. Böylece (insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vâdinin hak olduğunu, kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında Ashâb-ı Kehfin durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki: “Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları daha iyi bilir.” Onların durumuna vâkıf olanlar ise: “Bizler, kesinlikle onların yanı başlarına bir mescit yapacağız” dediler.
- 22. (İnsanların kimi:) “Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir” diyecekler; yine: “Beş kişidir; altıncıları köpekleridir” diyecekler. (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de:) “Onlar yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir” derler. De ki: Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malumat isteme.
- 23. Hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme.
- Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah’ı an ve “Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir.” de.
- Onlar, mağaralarında üç yüz yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.
Buna göre Ashab-ı Kehf mağarada 309 yıl kalmış oluyordu. Bazı tefsirlerde bu sayının kameri takvimine göre olduğu belirtilmektedir. 309 kameri yılın karşılığı ise miladi üç asırdır.
Rivayete göre ehl-i kitaptan bazıları, Ashab-ı Kehf’in mağaraya girişinde itibaren Hz. Muhammed (s.a.)in zamanına kadar geçen sürenin 300 sene olduğunu iddia etmişlerdir ki, Allah Teala, şu beyanı ile onların bu iddiasını reddetmektedir.
26. De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O’nun görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (Kehf: 9-26).
[12] “Derken o, onların ötesinden bir perde edinmişti. O anda Biz (diriltme sıfatımız olan) ruhumuzu (temsil eden Cibrîl’i) ona gönderdik, böylece o (kıvırcık saçlı, parlak yüzlü, yakışıklı ve tüysüz bir delikanlı şekline girip) ona tam bir beşer olarak görünüverdi.” (Meryem: 17)
[13] Zekeriyyâ her ne zaman onun yanına; (Meryem’in bulunduğu yüksek ve kilitli odadaki) o mihrâba girdiyse, (mutlaka) onun yanında (mevsimsiz yiyeceklerden derlenmiş) bir rızık bulur ve: “Ey Meryem! (Kapılar kilitliyken ve mevsim müsâit değilken) işte bu sana nereden (geliyor)?” der, o da: “Bu, Allah nezdinden (gelmekte)dir. (Sakın sen bunu uzak görme!) Zira şüphesiz ki Allah dilediğini (hiç kısmadan) hesapsız olarak rızıklandırır.” derdi.” (Ali imran: 37)
[14] (Bir mûcize eseri olarak yeşeren) o hurma ağacının dalını da kendine doğru salla ki, üzerine taze ve olgun hurma düşürsün! (Meryem: 25).
[15] Serrac, a.g.e., s. 313-316; Kelâbâzî, a.g.e., s. 7l-79; Kuşeyrî, a.g.e., s. 520-530.