MakalelerTasavvuf

Mürşide Neden İhtiyaç Vardır? -2-

Mürşide Neden İhtiyaç Vardır? -1- yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz. Şimdi ikinci bölümden devam ediyoruz.

Mürşidin Önemi

Allah Teâlâ kullarını kendi yoluna yöneltmesi için bir Peygamber göndermiştir. O, dünyadan irtihâl ettiği zaman yerine mahlûkâta doğru yolu göstermeleri için halifeler bırakmıştır.[1]

İmam Şa’rânî (v. 973/1565) (Kuddise Sırruhû), şöyle der: Şeyhülislâm Zekeriyya el-Ensârî (Rahimehullâh)’ın şöyle dediğini işittim:

“Evliya ile bir araya gelmeyen, sohbetlerine katılmayan bir fıkıh âlimi, katıksız kuru ekmek gibidir.”[2]

Evet! Vird ve zikir ile meşgul olmak Allah’ın vaat etmiş olduğu sevabı hak etmek için bir sebeptir fakat asıl maksat, kalbin hastalıklarından ve âfetlerinden temizlenmesi, tasfiye edilip, tezkiye edilmesi ve İlâhî hazrete ulaştırılmasıdır. Bu ise ancak zikir, râbıta, gibi sebeplerle ve günahlardan uzaklaşmayla elde edilir. Günahlarla birlikte Allah’a vusûl imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl, zulmânî ve nurânî bütün perdelerin kaldırılmasından ibarettir.

Hasenât çok olsa da seyyiâtın perdelemesinden dolayı vusûlde fayda vermez. Özellikle kalbin âfetleri ve münkerâtı (kötü işleri), zulmânî perdelerin en büyüğüdür. Küfür, kibir, ucb, dünya sevgisi gibi münkerâtın giderilmesi farz-ı ayndır. Kalpte bu münkerâtın bulunması ile birlikte Allah Teâlâ’ya vusûl imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ’ya vusûl, haramlar ve mekrûhlar bir tarafa, Allah’ın dışında olan mübâh olan şeylerin bile giderilmesine bağlıdır.[3] Nitekim Beyzâvî (Rahimehullâh) şöyle demiştir:

Takvâ’nın üçüncü mertebesi, sırrın (kalbin) Hak Teâlâ’dan alıkoyan şeylerden beri olması ve tamâmen O’na yönelmesidir. Allah (Celle Celâlühü)’nün “Ey iman etmiş olan kimseler! (Emirlerini tutup, yasaklarından kaçınarak) Kendisinden sakınılması gerektiği şekilde Allâh’tan hakkıyla sakının” (Âl-i İmran, 102) âyet-i celilesi mucibince istediği gerçek takvâ budur.[4]

Ebû Saîd Hâdimî, Şerhu Nasâihi’l-Velediyye’de, takvânın başlangıcı vardır o İslâm’dır. Nihâyeti, kalbi mâsivadan muhafaza etmek ve Allah’ın tüm hududunda azimetleri gözetmek suretiyle uzuvları Allah Teâlâ’ya yaraşmayacak şeylerden korumaktır. O ikisi arasında mertebeler vardır.[5]

Âbidler, zâhidler ve sadece lisân ile zikirle yetinenlerin pek çoğuna, zikirden amaçlanan huzur hâlinin elde edilmesine mâni olan kötü ahlâkı değiştirmekle takvanın en üst mertebesine ulaşmak mümkün olmaz. Kalbi afetlerinden temizlemek, takvanın başlangıcı ve Allah Teâlâ’ya ulaşmak hususunda en büyük rükündür. Hâl böyle olunca, Allah Teâlâ’ya vesilenin aranılması şu âyet-i kerimeyle emredilmiştir: “Ey iman etmiş olan kimseler! Allâh’tan hakkıyla sakının (da O’nun kullarına eziyet etmeyin)(emirleri tutmak, yasaklardan kaçmak ve dostlarını sevmek gibi amellerle sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile(ler) arayın” (Mâide, 35).

 İlk ve en yüce vesilemiz, Peygamberimiz ve mürşidimiz ve yol göstericimiz Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’dir. Ashâb-ı kiram (Radıyallâhu Anhum) O (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den feyz aldılar ve öğrendiler. Bu feyz alma iki kısımdır. Biri, zâhirî feyz almadır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerifleri Peygamberimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den öğrenmeleridir. Diğeri, mânevî ve rûhânî kısımdır. Ashâb (Radıyallâhu Anhum) umumi olarak O’nun rûhâniyetinden hususi olarak da Ebû Bekir Sıddık (Radıyallâhu Anh)’dan feyz aldı ve öğrendiler.[6]

Zâhirî İlimler ile Yetinmeyip Batın İlmini Öğrenmenin Gereği

Zâhirî ilimleri tahsil etmek, bâtın ilmini tahsil etme ihtiyacını ortadan kaldırmaz, mutlaka bâtın ilminin de tahsil edilmesi gerekir. Nitekim mütekaddim ve müteahhir birçok âlim, bâtın ilmini, tahsil etmek için bu yolun sâliklerinden olmuşlardır. Bu alimlerden bazıları şunlardır:

Hanefî mezhebi imamlarından İbnü’l-Hümâm (v. 861/1457), İbn Şilbî[7] (v. 947/1540), Şürünbülâlî (v. 1069/1659), Hayreddin er-Remlî (v. 1081/1671), el-Eşbâh ve’n-Nezâir üzerine haşiye yazan el-Hamevî (v. 1098/1687) (Rahimehumullâh) ve diğerleri.

Şâfiî imamlarından ise, Sultânü’l-ulema İzzeddin ibn Addisselâm (660/1262), İmam Gazâlî (v.  505/1111), Tâceddin es-Sübkî (v. 771/1370), İmam Süyûtî (v. 911/1505), Şeyhü’l-İslâm Zekeriyya el-Ensârî (v. 926/1520), allâme İbn Hacer el-Heytemî el-Mekkî (v.  974/1567) (Rahimehumullâh) ve diğerleri.

Mâlikî imamlarından ise Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî (v. 656/1258) ve bu zatın halifesi Şeyh Ebü’l-Abbas el-Mürsî, (v. 685/1287) onun halifesi Şeyh İbn Atâullah el-İskenderî, (709/1309), büyük ârif İbn Ebî Cemre (v. 675/1276), Nâsırüddin el-Lekkânî, allâme ârif şeyh Ahmed Zerrûk (v. 899/1493) (Rahimehumullâh) ve diğerleri.

Hanbelî mezhebinin imamlarından ise Şeyh Abdülkadir Geylânî (v. 561/1165), Şeyhü’l-İslâm Abdullah el-Ensârî el-Heravî, (v. 481/1089) Şeyh İbnü’n-Neccâr el-Fütûhî (v. 980/1572) (Rahimehumullâh) ve diğerleri.

Bütün bu büyük âlimler, zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra, bâtinî ilimleri tahsil etme yoluna koyuldular. Batın ilim sahibi olan Allah dostlarının sohbetlerinde ve hizmetlerinde bulunmak suretiyle istifade ettiler. Nefislerini kötü hallerden arındırarak, fazilet duyguları ile süslediler. Nitekim bazı âlimlerden şöyle nakledilmiştir:

İmam Gazzâlî (Rahimehullâh)’ı, üzerinde yamalı bir hırka, elinde bir asâ ve bir de ibrik olduğu halde sahrada gördüm. Kendisine yaklaştım ve “Ey imam, Bağdat’ta ilim okutmak bundan daha faziletli değil miydi” diye sordum. (Zira daha önce Bağdat’ta halkın ileri gelenlerinden 400 kadar kişi onun dersini dinliyor ve ondan ilim öğreniyorlardı), Bana sertçe baktı ve “Saadet dolunayı irade ufkunda doğdu, akıl güneşi vuslat batışına meyletti”, dedi.[8]


[1] Hâdimî, Şerhu Eyyühe’l-Veled, s. 78-79.

[2] Şa’rânî, Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye, fî Menâkıbi’l-Ulemâi ve’s-Sûfiyye, s. 21.

[3] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/18.

[4] Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, c. 1, s. 36. (thk. Muhammed Abdurrahman el-Maraşî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, 1418)

[5] Hâdimi, Şerhu Eyyühe’l-Veled, s. 3. Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/19.

[6] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/20.

[7] Elimizde mevcut olan matbu nüshada “ibn şiblî” şeklinde geçmektedir fakat doğrusu “ibn şilbî”dir.

[8] Muhammed ibn Abdullah el-Hani, el-Behcetü’s-Seniyye, s. 7.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu