Soru-Cevap

Kur’an’a Göre Güneş Balçığa mı Batmaktadır?

Soru: Kur’an’a göre güneş, balçığa mı batmaktadır?

Cevap: Bazı ateistlerin bu meseleyi gündeme getirdiklerini ve bunun üzerinden İslam’ı ve Müslümanları tenkit ettiklerini görmekteyiz.

İddialarının medarı olan ayet-i kerime şöyledir: Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.” (Kehf, 86).

Bu ayetten hareketle Kur’an’ın, güneşin dünya içinde bir yere battığını iddia ettiğini ve bunun da aklî düzlemde imkânsız olduğunu dile getirmektedirler.

Mühim Bir Mukaddime

Bu meseleye cevap vermeden önce son derece önemli gördüğümüz bir mukaddime yapmak istiyoruz. Yavaş okunduğu ve iyi anlaşıldığı takdirde birçok soru, bu mukaddime ile daha kolay anlaşılır hale gelecektir.

Aklî ve Naklî Delilin Dört İhtimali

Deliller, aklî ve naklî[1] olmak üzere iki kısımdır. Bunların da her biri kat‘i (kesin) ve zannî (ihtimalli) olmak üzere ikiye ayrılır. Dolayısıyla ortaya dört ihtimal çıkmaktadır; aklî ve kat‘i delil, aklî ve zannî delil, naklî ve kat‘î delil, naklî ve zannî delil.

Peki aklî ve naklî deliller çelişirse izlememiz gereken yol ne olmalıdır? Yani akıl bir mesele hakkında bir hüküm verse fakat nakil bunun zıttını söylese yapmamız gereken nedir? Bu soruya Eşref Ali et-Tehânevî (rahimehullah) şöyle cevap vermektedir:

  1. “Naklî delil kat‘î, aklî delil zannî ise[2] naklî delil öne geçirilir.
  2. Şayet her iki delil de zannî ise naklî delili, aklî delilin önüne geçirip, naklî delili tevil etmeyiz.[3] Çünkü lügatta aslolan kelimenin zâhiridir ve ciddi bir müşkil olmadan lafızlar tevil edilmez.
  3. Aklî delil kat‘î, naklî delil zannî ise (ister sübutu isterse de delaleti zannî olsun) bu durumda aklî delili öne alırız ve naklî delili tevil ederiz.
  4. Çelişen her iki delilin de (akıl ve nakil) kat‘î olmasının örneği yoktur. Çünkü iki tane doğru bilgi kaynağının çelişmesi imkansızdır.” [4]

Naklettiğimiz bu bilgiler ciddi bir kıymeti haizdir. Herhangi iki ayet veya ayet ile aklın kesin hükümleri karşı karşıya geldiğinde -ki böyle bir şey vaki değildir- yapacağımız şey bu kaideleri tatbik etmektir.

Kaidelerin Konumuza Tatbiki

Konumuza gelecek olursak, güneşin balçığa batması imkansızdır. Zira cismen büyük olan bir şey, kendisinden küçük olanın içine o boyutları ile giremez. Ya büyük cismin küçültülmesi ya da küçük cismin büyütülmesi gerekmektedir. Peki ayette yer alan bu ifade gerçekten bunu mu anlatmaktadır?

Yani ayette başka bir manaya ihtimal olmaksızın güneşin balçığa battığı mı anlatılmaktadır? Yoksa orada kastedilen Zülkarneyn’in (aleyhisselam), güneşi balçığa batar surette görmesi midir?

Eğer böyle bir ihtimal varsa ayetin delaleti (ifade ettiği manası) kat‘î olmayıp zannî olacaktır. O zaman da üçüncü kaideyi tatbik ederek, aklen kesin olan güneşin bizatihi denize batmasının imkânsız olduğunu bildiğimizden, nakli tevil etmek suretiyle Cenab-ı Allah’ın muradının burada edebî bir sanat olan mecaz yapmak olduğu neticesine varırız. Çünkü dördüncü kaidede de yer aldığı üzere akıl da nakil de doğru bilgi kaynaklarıdır ve iki doğru bilgi kaynağının karşı karşıya gelmesi muhaldir.

Müfessirlerin İlgili Ayete Bakışları

Mukaddimemizi bitirdikten sonra şimdi müfessirlerimizin bu ayet hakkında yaptıkları tefsirleri inceleyelim.

Kâdî Beyzâvî (v. 685 h.) (rahimehullah) ince bir nüansa temas ederek Cenab-ı Allah’ın “vecedehâ tagrubu” (güneşi batarken buldu) deyip, “kânet tagrubu” (güneş batıyordu) dememesinden hareketle, buradaki olayın Zülkarneyn’in (aleyhisselam) gözünden anlatıldığına dikkat çektiğini söylemektedir.[5]

Fahreddin Râzî (v. 606 h.) (rahimehullah) ise dünyanın küre şeklinde oluşuna ve gökyüzünün onu kuşattığına dikkat çektikten sonra güneşin dünyadan kat be kat büyük olduğunu söylemiş ve dünyanın içine batmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir. O zaman ayetin manası şöyle olacaktır; Zülkarneyn (aleyhisselam) öyle bir noktaya ilerlemiştir ki artık orada şehir yapılarından bir şey kalmadığından güneşi sanki bir su birikintisine batar gibi görmüştür. Nitekim denizde seyahat eden birisi şayet sahili görmüyorsa gün batımında güneşi denize batar gibi görecektir.[6]

İbn Kesîr de (v. 774 h.) (rahimehullah) diğer müfessirlerden farklı bir mana vermemiş ve hakikaten güneşin denize battığını değil, Zülkarneyn’in (aleyhisselam) onu öyle gördüğünü ifade etmiştir.[7]

Aslında buna şaşırmamamız gerekir. Zira bilimsel dergilerde dahi güneşin batışı ve doğuşu gibi ifadelerin yer aldığını sıklıkla görmekteyiz. Halbuki makale yazarlarının hiçbiri güneşin herhangi bir yere battığını kastetmemekte ama bu ifadeyi kullanmaktadır.

“G-R-B” ve “G-R-K” Farkı

Ayette yer alan kelimenin “g-r-b” kökünden geldiği de asla unutulmamalıdır. Halbuki bu kelime bir cismin, fiziki olarak bir şeyin içine girmesi manasında kullanılmaz. Garb, magrîb, gurûb gibi kelimeler aynı kökten olup, bir şeyin kaybolması, uzaklaşması manasında kullanılır.[8]

Bir cismin, başka bir şeyin içine fizikî olarak girmesini karşılayan kelime ise “g-r-k” kökünden gelmektedir.[9] Eğer ayette “tagrubu fîha” değil de “tagraku fîhâ” denseydi o zaman mesele daha tartışmalı bir hal alabilirdi. Lakin Cenab-ı Allah “g-r-b” fiilini kullanarak böyle bir ihtilafın önünü kesmiştir.

Netice

Netice olarak, tarihten günümüze hiçbir müfessir ayette güneşin balçığa hakiki olarak battığını anlamamış, Zülkarneyn’in (aleyhisselam) gördüğü şeklin tasvirinin yapıldığını söylemişlerdir. Nitekim birçok dilde güneşin doğması ve batması şeklinde tâbirler var olmakta, bununla hakiki bir doğuş veya batış kastedilmemektedir. Zaten ayette yer alan “g-r-b” fiili hakiki batmak manasına gelmeyip, kaybolmak veya uzaklaşmak şeklinde kullanılmaktadır.


[1] Naklî delilden kastımız, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu bilgilerdir. Bu da sübut ve delalet olarak iki kısımda incelenmelidir. Söz konusu bilgi, ayet veya tevatür-meşhur seviyesindeki hadis ise sübutu kat‘i yani “kesin” fakat delaleti, yani ifade ettiği manası zannî olabilir. Ayet veya tevatür-meşhur hadis dışındaki hadisler sübutu kat‘î olmamakta, bununla birlikte delaleti kat‘î olabilmektedir.

[2] Aklî delilin zannî olması aklın, harici bir bilgi olmaksızın kesin konuşamadığı durumlardır. Mesela öldükten sonra kabir azabının varlığı, aklın hakkında kesin bir hüküm veremediği, bilgisiz kaldığı bir durumdur. Bunu ne tasdik edebilir ne de tekzib. Fakat naklî delillere baktığımızda bunun kesin olduğu neticesine ulaşırız. Dolayısıyla naklî delil kat‘i, aklî delil zannî olmakta ve kabir azabının varlığına inanmamız gerekli bir hal almaktadır.

[3] Burada yukardan farklı olarak naklî delil de zannî olmaktadır. Naklî delilin zannî olması ya sübut (sözün sahibine nisbetinin doğruluğu), ya da delaletin (lafzın ifade ettiği mana) zannî olması suretiyle gerçekleşir. Mesela Peygamberimiz ahirette koyunun ölüm suretinde gelip kesileceğini haber vermiştir. (Buhari, Sahih, No: 4730) Fakat buradaki kesilme hakikat midir yoksa ölümün olmayacağını anlatan bir mecaz mıdır? İşte bunu kesin olarak bilemediğimizden bu naklî delilin sübutu kat‘i olsa da delaleti kat‘i değildir.

[4] Eşref Ali et-Tehânevî, el-İntibâhâtü’l-Müfîde fî Halli’l-İştibahâti’l-Cedide, Mektebetü Camiati Daru’l-Ulum Karaçi, Thk: Nuru’l-Beşer Muhammed Nuru’l-Hakk, s.73.

[5] Kâdî Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dar-ı İhya et-Türas el-Arabî, Thk: Muhammed Abdurrahman el-Maraşlî, Beyrut, Baskı: 1, 3/291.

[6] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Dâr-ı İhya et-Türas el-Arabi, Baskı: 2, 21/496

[7] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Daru Tîbe li’n-Neşr, Thk: Sami b. Muhammed Selâme, 5/191.

[8] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut, Baskı: 3, 1/637.

[9] İbn Manzûr, a.g.e, 10/283.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu