MakalelerTasavvuf

Sûfî Gözüyle Hikmet -3-

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه ومن تبعهم بإحسان من المشايخ والعلماء الربانيين أجمعين؛ الذين خشَوُا الله، وانكَسَرتْ قلوبهم، وعَمِلوا بما عَلِموا، واتَّبَعوا الرسول

Bir önceki yazı için tıklayınız

Hikmeti Elde Etmeyi Sağlayan Diğer Âmiller (Etkenler)

Bir önceki yazıda hikmeti elde etmeyi sağlayan başlıca âmiller olarak zühd ve ihlâsı zikretmiştik ve “hikmet için, bu ikisi olmazsa olmazdır” demiştik. Aşağıda zikredilecek olanlarla beraber, bu âmillerden bazıları diğer bazısıyla alakalı olup doğrudan veya dolaylı olarak hikmeti elde etmeyi sağlayan diğer yardımcı ve tamamlayıcı âmillerdir. Her biri tek başına düşünülmeyip, bir bütün olarak hesaba katılmalıdır. Zira biri olmazsa diğeri olmaz şeklinde her biri, hem birbirine bağlı hem de bir bütünü oluşturan parçalar gibidirler.

  • Allah Korkusu

Merfu[1] ve mevkûf[2] olarak rivayet edilen uzunca bir hutbe içerisinde veya kısa bir parça olarak: “Hikmetin başı, Allah korkusudur” buyrulmaktadır. Başka bir rivayette ise: “Allah korkusu, bütün hikmetlerin başıdır[3] şeklinde ifade edilmiştir. “Baş” kelimesi ile kastedilen, “asıl” ve “temel” manalarıdır. Yani, hikmetin temeli ve aslı, Allah korkusudur.

Allah korkusu, Allah’ın gayrısı olan eşyaya karşı ilgiyi sıfıra indiren bir duygudur ve böylece hikmetin aslı/temeli olmuştur. Nasıl? Şöyle ki; Allah korkusu, kalbi Allah’ın dileğine (iradesine) bağlar. İş, Allah’ın dilemesine kalınca, o işle ilgili durum kula gizli kalır. Çünkü kul, Allah’ın bir şeyi dilediğini ve yarattığını bilir, fakat niçin yarattığını bilemez. Dolayısıyla kula, Allah’ın neyi dilediğinin bir kısmı görünürken, diğer bir kısmı görünmez. Bu durum da kulu endişelendirip huzursuz eder ve bu endişe onu Allah’tan gayrısıyla irtibat kurmaktan alıkoyar. İşte bu, hikmetin temeli/aslıdır. Allah’ın, son derece sağlam ve üstün bir hikmet (hikmet-i bâliğa) ile kul için tedbirinin başlangıcı tam da buradandır…

Allah, hikmet ile Hakîm’dir. Kulun baştan sona bütün işlerini tedbir eder. Allah’ın neyi murad ettiğinin korkusu, kula hem (iç dünyası olan) kendini hem de (dış) dünyasını unutturur. Bunu unutma neticesinde kulun nefsi de dünyası da kendisini bırakınca, gönül gözü açılır ve gönlü hikmete elverişli hale gelir[4].

Ayrıca hikmet, işleri sapasağlam yapmak demektir. Bu da, kişinin, amellerini, zarar verecek bir hasara uğratmadan yapması manasına gelmektedir. İşlerin sağlam yapılması, daha temkinli ve sağlam olanını elde etmekle olur. Daha sağlam ve daha ihtiyatlı olanı elde etmeyi düşünen bir kimse, bir işi, ümit besleyerek yapmaktan daha çok korku endişesiyle yapar. Sanki kişi, her adımında ve her bakışında nefsini hesaba çekip Allah’ın hakkına karşı kendisini sorgular…

Yine hikmet, nefsi, nefsin istek ve arzularından engellemektir. Hatta hayvanın ağzındaki dizginde bulunan demire, “hakeme” denilmiştir. Çünkü bu demir, hayvanı durduran ve onu sıkıca tutmayı sağlayan bir gereçtir. Hikmete de, “hikmet” denilmiştir. Zira, hikmet, nefsi esir alıp onu engeller, nefsin zabdedilmesine güç yetirir, şüpheli ve problemli haller ile günahlara dalıp nefsin istek ve arzularının büyümesine karşı nefsi durdurur ve durulmasını sağlar. Allah korkusu ise, nefsi, istek ve arzularından engelleme ve uzak tutma sebeplerinin en güçlüsüdür. Bundan dolayı Allah korkusu, hikmetin başı (aslı, temeli) olmuştur[5].

Allah korkusu, kişiyi, dünyadan el etek çekmeye, dünya ile alakayı kesmeye, dünyadan yüz çevirmeye, dünya nimetlerinden uzaklaşmaya, dünyaya rağbet etmemeye ve dünyaya karşı en ufak bir sevgi beslememeye sevk eder ve böylece kişinin kalbini boşaltır. Boş olan kalbe de Allah, kişinin söyleyebileceği bir hikmet verir. Dolayısıyla Allah korkusu, hikmetin ortaya çıkması için bir sebeptir[6]. Allah korkusu olmayan bir kimse için ise, hikmet kapısı kapalıdır[7].

Allah korkusu, hikmeti elde etmeye engel olan Allah’ın imtihanından güven içinde olma hissini (iğtirâr) giderir ve kişinin kendini beğenme duygusunu söndürür. Aksi halde bu ikisi bir kimsede varsa, asla hikmete nâil olamaz[8].

Dolayısıyla Allah korkusu, meyvesi hikmet olan manevi bir ağacın köklerinde bulunup, topraktan beslenerek zühd gövdesi aracılığı ile dolaylı olarak dallarındaki hikmet meyvelerinin yeşermesine sebep olan en temel âmil (faktör ve etmen)lerdendir.

  • Hüzün

Önceki yazılarda, bazı Sûfi büyüklerinden hikmetin kalpteki bir nur olduğunu nakletmiştik. Bunu ifade eden büyük Sûfilerden biri de Ebû Ali el-Cûzecânî (rahimehullâh) idi. Kendisine: “Kalpteki bu nur(un kaynağı), nereden gelmektedir?” diye sorulduğunda: “Tefekkür ve ibret arasından gelir. Tefekkür ve ibrete sebep olan şey de hüzün ve açlıktır[9] şeklinde cevap vermiştir. Dolayısıyla hüzün, doğrudan olmasa da dolaylı olarak hikmet meyvesini netice vermektedir. Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in bir hadis-i şerifi de bu vâkıayı doğrulamaktadır. Şöyle ki Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Devamlı hüzünlü olunuz. Zira hüzün, kalbin anahtarıdır” buyurduğunda, sahâbe: “Ey Allah’ın Rasûlü! Hüzün nasıl olacak?” diye sormuşlar, Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) de: “Nefislerinizi açlıkla hüzünlendirin ve onları susuz bırakın” buyurmuştur[10].

Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) de devamlı hüzünlü idi[11]. Aynı şekilde bir kudsî rivayette de Allah Teâlâ Hazretleri’nin: “Ben, (Benim rızam için) gönlü kırık (mahzun) olanlarla beraberim” buyurduğu nakledilmektedir[12]. Ayrıca hüzün, sâlih kulların alâmetlerinden de bir tanesidir[13]. Hatta Yahya b. Muâz er-Râzî (rahimehullâh), hüznü, Allah’ın veli kulunun “yoldaşı” olarak ifade etmiştir[14]. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (rahimehullâh) ise: “Allah’ı bilen (marifetullâh sahibi) bir kimse, hüzün ve mutluluk denizine gark olur” demiştir[15].

Hüzün, elden giden için ızdırap duymak veya imkânsız ve erişilmez olana kederlenmektir[16]. Hüzün, kalbi, gaflet vadilerinde darmadağın olmaktan engelleyen bir kabz (tutukluk) halidir[17]. Ebû Ali ed-Dekkâk (rahimehullâh): “Hüzünlü kimse, Allah’a giden yolda (seyr-i sülükte), hüzünlü olmayan kimsenin yıllarca kat edebileceği bir mesafeyi bir ayda kat eder” demiştir[18].

Buradaki hüzün, dünyevî sebeplerden veya kişinin nefsinin hazzından ötürü değil, tamamen Hakk’ın hatırı için duyulan üzüntüdür[19]. Övgüye layık olan hüzün, âhiret hüznüdür. Sûfiyye nezdinde dünya hüznü, pek övülmemekle beraber, Ebû Osman el-Hîrî (rahimehullâh), günaha sebep olmadığı müddetçe hüznün her çeşidini maneviyat için makbul ve bereketli görmüştür[20].

  • Amel Etmek

İlmi kemal noktada daha faydalı yapan, ameldir. İlim, düşünme ve konuşmanın ötesinde, amel ile daha müşahhas ve mücessem bir hal alır. İlmin, gerçeklikteki temsilcisi ameldir. Amelsiz ilim, bereketten yoksundur, meyvesiz ağaca ve yağmursuz buluta benzer. Böyle bir ilim kısırdır ve fayda vermez. Kişi, öğrendiği ilimle amel ettiğinde, Allah ona bilmediklerini de öğretir. Dolayısıyla ilmiyle amel eden kişi, hiç de hesap etmediği bir yerden hikmetle rızıklandırılır.

Yusuf b. Hüseyin er-Râzî (rahimehullâh), edep-ilim-amel-hikmet zincirini şu şekilde ifade etmiştir: “Edeple, (öğrendiğin) ilmi (daha iyi kavramak sûretiyle) idrak edersin, (idrak ettiğin) ilimle, (yapacağın) amelin doğru düzgün olur ve amel etmekle de hikmet elde edersin[21].

Ebû Osman el-Hîrî (rahimehullâh) da: “Bir mürid, meşâyihın sözlerinden bir şey işitip de onunla amel ederse, ömrünün sonuna kadar bu onun kalbinde hikmet olur ve ondan faydalanır. Onu başkalarına iletirse, duyanlar da ondan istifade ederler[22] demiştir.

  • Sünnete Uymak (İttibâ)

Ameli daha da faydalı ve maksud hale getiren sünnete uygunluktur (ittibâdır). Sünnete ittibâ etmek, kişinin gelişi güzel amelini, güzel bir örnek (üsve-i hasene) ile Allah’ın murad ettiği kalıba sokarak amelleri zarardan korumaktadır. Semeresi hikmet olan genel manadaki ameli, manası özelde sünnet olan hikmete mebnî kılmak da, hikmete daha uygundur. Her sözü hikmet, Kendi hikmet ehli olan bir Zat’ın yolundan giderek O’nun sünnetine göre hareket etmek, O’nunla hemhal olmak demektir. Bu hemhallik durumu, kişinin kaçınılmaz olarak O’nun sıfatıyla anılmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla Hikmet Sahibi Hâkim olan Zât’ın hikmet ehli Rasûlü’ne benzemeyen bir kimsenin kalbine hikmet verilmesi de düşünülemeyecektir. Aksine böyle kimselerden, kendisini ve insanları doğru yoldan çıkarıp, cehenneme sürükleyecek bid’at görüşler ortaya çıkacaktır.

Nitekim Ebû Osmân el-Hîrî (rahimehullâh): “Kim, söz ve fiillerinde (sünnet üzere olup) nefsine/kendisine sünneti hâkim kılarsa, hikmetli konuşur. Kim de söz ve fiillerinde (sünnet üzere olmayıp) nefsine/kendisine (nefsinin) hevâsını hâkim kılarsa, bid’at konuşur” demiştir[23]. Ayrıca Fudayl b. İyâz (rahimehullâh), “Sünnete uygun hareket etmeyen bidat sahibi bir kimseyle oturan kişiye hikmet verilmeyeceğini” açıkça ifade etmiştir[24].


[1] Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 3/589, no: 1152; Kelâbâzî, Me’âni’l-ahbâr, s. 326-327; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 2/202, no: 730; İbn Mesud (radıyallâhu anh)’dan, Ebu’ş-Şeyh el-Asbahânî, Kitâbü’l-emsâl, s. 294-295 Ebu’d-Derdâ (radıyallâhu anh)’dan. Beyhakî, Ukbe b. Âmir (radıyallâhu anh)’dan zayıf bir rivayetle merfû olarak rivayet edildiğini de söylemiştir.

[2] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/106, no: 34552; Ebû Dâvud, Zühd, s. 160-161, no: 160; Hennâd b. Seriyy, Zühd, s. 286, no: 497; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 2/201-202, no: 728, 729.

[3] İbn Ebi’d-Dünyâ, Verâ’, s. 43, no: 11; Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-evliyâ, 2/386; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 1/59, no: 41, Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh)’dan merfû olarak.

[4] Hakîm et-Tirmizî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Bişr b. Harun, Nevâdiru’l-usûl, tahkik: Nureddin Boyacılar, Dâru’l-Minhâc, Lübnân/Beyrut, 1. Baskı, 3/590.

[5] Kelâbâzî, Me’âni’l-ahbâr, s. 326-327.

[6] Münâvî, Feyzü’l-kadîr, 3/574.

[7] Münâvî, a.e., 2/175.

[8] Bkz. Münâvî, a.e, 3/439.

[9] Sircânî, Kitabü’l-beyâz ve’s-sevâd, s. 8.

[10] Taberânî, Mu’cemü’l-kebîr, 11/267, no: 11694. Heysemî, isnadının “hasen” olduğunu söylemiştir. Bkz. Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, 10/310, no: 18216.

[11] Tirmizi, Sünen, no: 225; Taberânî, Mu’cemü’l-kebîr, 22/155, no: 414; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 3/24, no: 1362.

[12] Ebû Nu’aym, a.g.e., 6/177, İmrân el-Kassâr (rahimehullâh)’dan Musa (aleyhisselâm) kıssası ile, İbn Ebi’d-Dünyâ, el-Hemmü ve’l-Hüznü, s. 56, no: 61, Abdullah b. Şevzeb (rahimehullâh)’dan Dâvud (aleyhisselâm) kıssası ile.

[13] Kuşeyri, er-Risâle, 1/267.

[14] Ebû Halef et-Taberî, Selvetü’l-ârifîn, tahkik: Bilal Orfali-Gerhard Böwering, Brill Publishers, Leiden/Boston, 1. Baskı, 2013, s. 8. s. 295.

[15] Sircânî, a.g.e., s. 67; Ebû Halef et-Taberî, a.e., s. 192.

[16] Herevî, Ebû İsmail Abdullah b. Muhammed b. Ali el-Ensârî, Menâzilü’s-sâirîn, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, s. 25.

[17] Kuşeyri, a.g.e., 1/267.

[18] Kuşeyri, a.e., 1/267.

[19] Bkz: Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin b. Abdülmelik, Letâifü’l-işârât, tahkik: İbrahim Besyûmî, Mısır, 2. Baskı, 2/148.

[20] Kuşeyri, er-Risâle, 1/268.

[21] Sülemî, Ebû Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed en-Nîsâbûrî, Tabakâtü’s-sûfiyye, tahkik: Mustafa Abdülkadir Ata, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1. Baskı, 1419/1998, s. 154; Ebû Nu’aym, a.g.e., 10/239; Sircânî, a.g.e., s. 171.

[22] Kuşeyrî, a.g.e., 2/353-354, Sircânî, a.g.e., s. 310

[23] Serrâc, Ebû Nasr et-Tûsî, el-Lüma’, tahkik: Abdülhalim Mahmûd ve Tâhâ Abdülbâkî Sürûr, Dâru’l-Kütübi’l-Hadîse, Mısır ve Mektebetü’l-Müsennâ, Bağdâd, 1. Baskı, 1380/1960, s. 144; Ebû Nu’aym, a.g.e., 10/244.

[24] Ebû Nu’aym, a.e., 8/103.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu