MakalelerTasavvuf

Sûfî Gözüyle Hikmet -2-

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين، الذين أَخلَصُوا لله وزَهِدُوا في الدنيا فنَطَقُوا بالحكمة

Sûfî Gözüyle Hikmet -1- yazısı için tıklayınız.

Bir önceki yazıda hikmetin, kesbî değil vehbî olduğunu, Allah Teâlâ’nın hikmeti dilediği kullarına verdiği bir lütfu olduğunu ifade etmiştik. Burada hikmetin kesbî olmaması ile kastedilen; hikmetin, hiçbir yönlendirici ve yol gösterici olmadan kulun kendi başına elde edebileceği bir şey olmamasıdır. Nitekim Peygamberlerin yol göstermesi veya hikmeti elde etmeye sağlayacak bazı etkenleri öğretmeleri neticesinde hikmete giden yola bir ışık tutulmuştur. Aynı minvalde yol alan, kendilerine hikmet verilen ve ilimleri hikmet olan Peygamberler vârisi Allah’ın veli kullarının da bazı tespit ve yönlendirmeleri ile bu yolun ışığı daha da aydınlanmıştır.

Hikmeti Elde Etmeyi Sağlayan Başlıca Âmiller (Etkenler)

Hikmeti elde etmeyi sağlayan başlıca âmiller, zühd ve ihlâstır. Hikmet için, bu ikisi olmazsa olmazdır.

  • Zühd

Zühd, dünyadan el etek çekmek, dünya ile alakayı kesmek, dünyadan kaçınmak, sakınmak ve ondan yüz çevirmek, dünya nimetlerinden uzaklaşmak, dünyevî zevklerden geri durmak, dünyaya rağbet etmemek, dünyaya karşı en ufak bir sevgi beslememek, dünyadan en az seviyede zaruret miktarı istifade etmek gibi manalara gelir.

Zâhitlikte asıl olan, kalbin dünyalığa bağlanmaması, dünyalığın kalbi meşgul etmemesidir. Dolayısıyla bir kişi, zengin olduğu halde kalbine dünyaya dair hiçbir şey yerleştirmeyerek, zâhiren dünya ve dünyalıklar ile iç içe olsa da manevi âleminde dünyadan son derece uzak kalabilir.

Şihâbeddin es-Sühreverdî (rahimehullâh) zühdü, hikmetin ortaya çıkması hususunda zarurî kabul etmiş, dünyaya karşı zühd yoksa, hikmetin elde edilemeyeceğini ifade etmiştir[1]. Bunu Dâvud el-İsfehânî (rahimehullâh): “Dünyaya rağbet eden (dünyayı arzu eden ve isteyen) bir kimse, hikmetten mahrum olur” sözüyle teyit etmiştir[2]. Aynı şekilde Vehb b. Münebbih (rahimehullâh): “Dünyalık bir şeyle kalbi mutlu olan bir kimse, hikmeti elde edemez[3] diyerek bu manaya temas etmiştir.

Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem), hikmet-zühd ilişkisine dikkat çekmiş, zühdün hikmeti doğurduğunu bazı hadis-i şeriflerinde dile getirmiştir:

1- Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şerifinde:

مَنْ زَهِدَ فِي الدُّنْيَا أَسْكَنَ اللهُ الْحِكْمَةَ قَلْبَهُ، وَأَنْطَقَ بِهَا لِسَانَهُ

Allah, dünyaya karşı zâhid olan kimsenin kalbine hikmeti yerleştirir ve dilini hikmetle konuşturur[4].

Zühd sahibi kimselerin kalpleri, Hak’tan gelen nurlar ile nurlanmıştır ve gönüllerinde bir açıklık, bir ferahlık vardır. Nitekim Allah Teâlâ: “Allah, kimin gönlünü İslam’a açmışsa (İslâm ile ferahlatmışsa), artık o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı?![5] buyurmaktadır.

2- Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir başka hadis-i şerifinde:

إِذَا رَأَيْتُمُ الرَّجُلَ قَدْ أُعْطِيَ زُهْدًا فِي الدُّنْيَا وَقِلَّةَ مَنْطِقٍ فَاقْتَرِبُوا مِنْهُ؛ فَإِنَّهُ يُلْقِي الْحِكْمَةَ

Dünyadan el etek çekmiş (zühd) ve (boş konuşmalardan sakınarak) az konuşma özelliğine sahip (mümin) bir kimse gördüğünüzde, ona yanaşın, zira o hikmetli konuşur (bir rivayette: kendisine hikmet ilham olunur)”[6] buyurmuştur.

Hikmet, sözlerin isabetli, fiillerin de sağlam, iyi ve yerinde olması demektir. Zühd, kalpte dünyanın bulunmamasıdır. Gönlü İslâm ile ferahlamış kimse, aslında nefsini Allah’a teslim etmiş kimsedir. Nefsini Allah’a teslim eden bir kimse de dünya ile meşgul olmaz. Çünkü dünya, nefsin ihtiyacı için istenir. Nefsini, Sahibi’ne teslim eden bir kimse de dünyaya ihtiyaç duymaz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz: “Nur, kalbe girince, gönül açılır, ferahlar ve huzur bulur” buyurduğunda, sahâbeden biri: “Bunun alâmeti nedir?” diye sorduğunda: “Aldanma yurdu dünyayı sevmeyip ondan uzaklaşmak, saadet yurdu âhirete yönelmek ve ölmeden önce ölüme hazırlanmaktır” diye cevap vermiştir[7].

İnsanı aldatan dünya hayatından uzak durup kalbi dünyadan el etek çektirmek, ferahlamış ve huzur bulmuş kalpteki nurun alâmetlerindendir. Kalbi nurlanan bir kimse, düşüncesinde isabetli olur, hatalı söz söylemez, amelleri sağlam, işleri tam ve kusursuz olur. Çünkü bu kimse, kalbindeki nur ile (üzerinde karanlık ve kapalılık bulunan) her şeyi olduğu gibi görür ve hiçbir şey kendisine karışık gelmez, halleri birbirine benzeşip kapalılık oluşturmaz. Zira bu kimse, Allah’ın nuruyla bakar ve Allah’ın nuruyla bakan kimse her şeyi olduğu gibi görür[8].

Kıssa: Hicri 11/Miladi 17. Yüzyılın en büyük Mağrib (Fas) âlim ve sûfilerinden Nureddin Ebû Ali el-Yûsî (v. 1102) şöyle anlatmıştır: Hicri 1060 yıllarında, ilim öğrenmek için yola çıkmıştım. Dükâle (Doukkala) ovasında bir köye girdim. Orada insanlardan uzak durup devamlı mescitte zaman geçiren epeyce yaşlı bir zat gördüm. Halinden hoşlandığım için ona yakın bir yerde oturdum. Zira hadis-i şerifte: “Dünyadan el etek çekmiş (zühd) ve (boş konuşmalardan sakınarak) az konuşma özelliğine sahip (mümin) bir kimse gördüğünüzde, ona yanaşın, zira ona hikmet ilham olunur” buyrulmaktadır. Kendisine daha da yaklaşınca baktım ki ilim ve ilim ehlinden son derece övgü ile bahsediyor. Şaşkınlığım biraz daha arttı. Ben kendisinin önünde otururken, benimle konuşmaya başladı. Bana gurbetteki sıkıntılara sabredilmesi gerektiğinden bahsederek ilme teşvik edici sözler söyledi. Allah, kendisine rahmet etsin. Ardından gurbet ve ilim hakkında bazı şiirler okudu[9].

Kalp, içini dolduran şey ile meşgul olan bir kap gibidir. Dolayısıyla kalpte dünya ilgisi ve boş söz bulunmaması, Allah Teâlâ’nın orayı hikmetle doldurmasına ve bunun da kişinin diline hikmetli konuşma olarak yansımasına sebep olur[10].

Dünya ve dünyalığın kalbi meşgul etmesi gönül huzursuzluğuna yol açar. Kalbin dünyaya ilgisiz kalması, içerisinde dünyalık bir endişe bulundurmaması ise gönlü saf, pak ve temiz tutacağından, zühd bu manada kalbe huzur verir. Nitekim Abdullah b. Mu’tez: “Dünyaya karşı zahitlik, en büyük rahatlıktır” demiştir. Yine aynı şekilde Hâris el-Muhâsibî: “Zühd, rahatlık verir” demiştir[11].

Zünnûn el-Mısrî (rahimehullâh), çok kısa ve öz bir ifadeyle: “Zühd, hikmet elde etmeyi sağlar” demiştir[12].

Yine denilmiştir ki: “Kul, dünyaya karşı zâhid olursa, Allah onun kalbine hikmet eken bir melek görevlendirir[13].

Yusuf b. Hüseyin er-Râzî (rahimehullâh) ise, zühd-hikmet ilişkisinde ikisinin birbirine olan etkisini ifade etmek üzere: “Zühdü hikmet ile daha iyi anlarsın ve zühd üzere yaşamaya muvaffak olursun” demiştir[14].

  • İhlas

Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem), hikmeti elde etme sebeplerinden birinin de ihlas olduğunu ifade etmek üzere: “Kim, kırk gün ihlaslı bir şekilde Allah’a ibadet ederse, kalbinden diline hikmet pınarları çıkar” buyurmuştur[15]. İhlas, bir çeşit temizlik halidir ve bu temizlik, dokuz noktada uygulanmalıdır. Şöyle ki:

1- Bedenin, necaset ve pisliklerden temiz olması.

2- Duyuların ve sezgilerin, salıverildiği gereksiz algılardan temizlenmesi.

3- Beden âzâlarının, özellikle de dilin, akıl ölçüsü, din ahkâmı, Peygamber nasihatleri ve hikmetli öğütlerle bilinen orta yol dairesinden çıkmış tutum ve davranışlardan temizlenmesi.

4- Hayal dünyasının, yanlış inançlar, sapkın görüşler, kötü ve değersiz düşler, arzu istek ve şehvet sahnelerinden temizlenmesi.

5- Zihin dünyasının, kötü düşüncelerden ve gerçekliği olmayan canlandırmalardan temizlenmesi.

6- Aklın, bir şeye bağlanmaktan, Hakk’ın marifetine hususi düşünce çıkarsamaları ve mevcudat üzerine açılıp serilmiş feyzini çevreleyen ilginç havas, ilim ve sırlardan temiz olması.

7- Kalbin, niyet ve maksadın dağılıp parçalanmasına neden olan alakalar sebebiyle birliğin bozulmasını beraberinde getiren dalgalanma ve evirip çevrilmelerden temiz olması.

8- Nefsin, emârelerinden hatta bizzat kendisinden temizlenmesi.

9- Ruhun, Hak Teâlâ’dan istenilen marifet, kurbiyet, müşâhede ve diğer rûhâni nimetler gibi değerli hazlardan temizlenmesi[16].

İşte yalnızca Allah’ın rızasına yönelmek, kişinin, genel olarak amellerini, özel olarak söz, fiil ve davranışlarını, yanı sıra manevi olarak da kalbini, ruhunu, aklını, zihnini, hayalini ve nefsini bütün alakalardan soyutlaması demektir. Dokuz maddede ifade edildiği üzere bu soyutlama hali, bir nevi temizliktir. Zira Allah’ın rızası dışındaki her şey, temiz gibi görünse de kalpte bir pas, kir ve ağırlıktır. Nitekim Allah’ın rızası, arı duru saf su gibi tertemiz ve berraktır. Bu suya karışacak herhangi bir şey onu bulandıracaktır. İşte ihlası elde eden kişi, kalbini bu kirlerin lekelerinden temizlemiş olur.

Kişi, ihlasıyla beraber manevi temizliğini muhafaza edip nefsiyle olan mücâhedesine devam ettikçe, müşâhede makamına ulaşır. Hakk Teâlâ’yı müşâhede eden bir kalpte, O’nun el-Hakîm isminin tecellileriyle hikmet pınarları oluşur. Bu tecelli pınarlarının uzantıları, dile kadar uzanır ve oradan hikmet damlaları olarak ehlini sular.

Bu hadis-i şerifte dikkat edilmesi gereken bir husus; kişinin, dilinden hikmetli sözler çıksın diye ihlaslı olmaya çalışmaktan sakınması gerektiğidir. Zira böyle bir niyet de ihlasın kendisini bozmaktadır. Nitekim Ebû Yakub es-Sûsî: “Kim, ihlasında bir ihlas görürse, ihlası da ihlasa muhtaçtır” demiştir[17]. Yine benzer duruma dikkat çeken Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (rahimehullâh): “Kim, kırk gün ihlaslı bir şekilde dünyaya karşı zâhid olursa, kerametleri görünür. Kerameti görünmeyen kimse ise, zühdünde samimi, dürüst ve ihlaslı olmadığı içindir” demiştir[18].

Kıssa: Nakledildiğine göre bir kimse (İmam Gazâlî olduğu da söylenir), meşayıhtan birinin yanına gider. “Kim, kırk gün ihlaslı bir şekilde Allah’a ibadet ederse, kalbinden diline hikmet pınarları çıkar” hadis-i şerifinden dolayı o şeyhten, kendisini sûfilerin âdeti üzere kırk günlük halvete (inzivâya) oturtmasını ister. Şeyh Efendi kabul eder ve ona münasib bir zikir telkin ederek halvete girmesini sağlar. Kırk gün bitince halvetten çıkar, fakat ne kalbinde bir ilerleme görmüştür ne de kendisine manevi bir şeyler açılmıştır. Bu durumu, Şeyh Efendiye sorar. Şeyh Efendi de: “Sen bu işi sırf Allah rızası için yapmadın. Sen, hadis-i şerifte geçen ‘dilden hikmet pınarlarının ortaya çıktığını’ duydun ve bunu arzulayıp bu makamı elde etmek için halvete girdin. Gerçek şart olan “İhlas ile amel” şartını yerine getirmediğin için netice olarak da bu kemâlâttan mahrum kaldın” diye cevap verir[19].

Hikmeti elde etmeyi sağlayan diğer âmiller, yardımcı ve tamamlayıcı âmillerdir. Bir sonraki yazıda, bu âmiler ele alınıp, konu edinmeye çalışılacaktır…

[1] Sühreverdî, Şihâbeddin Ebû Hafs Ömer b. Muhammed b. Abdullah el-Bekrî, Avârifü’l-me’ârif, tahkik: Ahmed Abdürrahim es-Sâyih ve Tevfik Ali Vehbe, Mektebetü’s-Sekâfeti’n-Dîniyye, Kâhire, 1. Baskı, 1427/2006, 1/229.

[2] Ebû Bekir el-Hârzemî, Muhammed b. Abbas, Müfîdü’l-ulûm ve mübîdü’l-hümûm, nâşir: el-Mektebetü’l-Unsûriyye, Beyrut, 1418, s. 261.

[3] İbn Ebi’d-Dünyâ, Zühd, s. 225, no: 524.

[4] İbn Ebi’d-Dünyâ, Zühd, s. 61, no: 102; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 13/120, no: 10049, Safvân b. Süleym (radıyallâhu anh)’dan mürsel (munkatı) olarak İbn Ebi’d-Dünyâ’nın tarîkiyle; Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-evliyâ, 3/191, Ali (radıyallâhu anh)’dan; Beyhakî, a.e, 13/120-121, no: 10050, Ebû Zerr el-Ğıfârî (radıyallâhu anh)’dan.

[5] Zümer Sûresi, 22.

[6] İbn Mâce, Sünen, no: 4101; Taberânî, Mu’cemü’l-kebîr, 22/392, no: 975; Beyhakî Şu’abü’l-îmân, 13/119-120, no: 10048.

[7] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/77, no: 34315; Hâkim, Müstedrek, 4/346, no: 7863.

[8] Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed b. İshak b. İbrahim el-Buharî el-Hanefî, Bahru’l-fevâid/Me’âni’l-ahbâr, tahkik: Muhammed Hasen Muhammed Hasen İsmail ve Ahmed Ferid el-Mezîdî, DÂru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût/Lübnan, 1. Baskı, 1420/1999, 1/257-259.

[9] Nûreddin el-Yûsî, Ebû Ali Hasen b. Mesud b. Muhammed, Muhâzârât fi’l-lüğa ve’l-edeb, tahkik: Muhammed Haccî ve Ahmed Şarkâvî İkbal, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, 2. Baskı, 2006, 1/134.

[10] İzzeddin es-San’ânî, Muhammed b. İsmail b. Salah el-Hasenî el-Kehlânî, et-Tenvîr şerhu’l-Câmi’s-sağîr, tahkik: Muhammed İshak Muhammed İbrahim, Mektebetü Dâri’s-Selâm, Riyâd, I. Baskı, 1432/2011, 2/65, no: 635.

[11] Sincârî, Ebu’l-Hasen Ali b. Hasen, Kitabü’l-beyâz ve’s-sevâd, tahkik: Bilal Orfali-Nada Saab, Brill Publishers, Leiden, I. Baskı, 2012, s. 99.

[12] Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin b. Abdülmelik, er-Risâle, tahkik: Abdülhalim Mahmud ve Mahmud b. Şerif, Dâru’l-Ma’rife, Kâhire, 1/318; Sincârî, a.g.e., s. 8.

[13] Kuşeyrî, a.g.e., 1/243.

[14] Ebû Nu’aym, a.g.e, 10/239; Sincârî, a.g.e, s. 171.

[15] Ebû Nu’aym, a.g.e., 10/70, Mekhûl eş-Şâmî’den, o da Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallâhu anh)’dan, Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 1/285, no: 466, İbn Abbas (radıyallâhu anhumâ)’dan merfû olarak, Hennâd b. Seriyy, Zühd, 2/357; İbnü’l-Mübârek, Zühd, s. 359, no: 1014; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/80, no: 34344; Ebû Nu’aym, a.e, 10/70, Mekhûl eş-Şâmî (rahimehullâh)’dan mürsel olarak.

[16] Münâvî, Zeynüddin Abdürraûf b. Ali b. Zeynelâbidîn el-Haddâdî, Feyzü’l-kadîr, nâşir: el-Mektebetü’l-Ticâriyyetü’l-Kübrâ, Mısır, 1. Baskı, 1356, 6/43.

[17] Kuşeyrî, a.g.e., 2/360.

[18] Kuşeyrî, a.g.e., 2/529.

[19] Alâüddin el-Konevî, Ebu’l-Hasen, Ali b. İsmail b. Yusuf eş-Şâfiî, Hüsnü’t-tasarruf li şerhi’t-Ta’arruf, Süleymaniye Kütüphanesi/Râgıb Paşa Koleksiyonu, no: 666, 166-b.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu