FıkıhMakaleler

Mezhep Taklidinin Delilleri ve Cumhur Ulemanın Taklit Anlayışı (Taklit Serisi -4-)

Din-i Mübin-i İslam, iki zümrenin fevkalade gayretleri ile bizlere ulaşmıştır. Birinci zümre rıhleler yapıp ömrünü nakil toplama ve rivayet etme hizmetiyle taçlandıran muhaddisler taifesi, diğeri ise gecelerini tefekkürle ihya edip o naklin nasıl anlaşılması gerektiği hususunda fikir yürüterek içtihat eden fukaha zümresidir.

Dünyanın dört bir köşesinde Buharî şeriflerin okunması yahut mezhepler çerçevesinde İslam’ın yaşanması, Cenab-ı Hakk’ın onların hizmetini kabul buyurduğuna dair en büyük alamettir. Burası mühim bir noktadır. Zira İslamiyet’in ortaya çıkışından yüz elli, iki yüz yıl sonra başlayan bu ihya hareketi, devletlerin şeriat düzeni ile yönetilmesini daha da ötesinde dünya nizamına çeki düzen verecek kadar sistemli bir Kur’an ve sünnet anlayışını orta koymuştur. Şayet biz İslam’ın bu temeller üzerinde kurulmasını doğru görmeyecek olursak dolaylı yoldan yüz yıllarca İslamiyet’in hiç yaşanmadığını, bu dinin tahrife uğradığını iddia etmiş oluruz ki bu da “Ümmetim sapıklık üzerine ittifak etmez”[1] vb. hadislerin ifade ettiği muhtevaya zıt düşmektir.

Taklidin Gerekliliği

Hiç şüphesiz her Müslüman için en temel vazife Kur’an ve sünnete tâbi olmaktır. Fakat Kur’an ve sünneti anlamak için Arapça bilmek yeterli değildir. Zira Kur’an, inmiş olduğu dönemin edebiyattaki zirve şahsiyetlerine meydan okumuş ve onları Kur’an’ın bir mislini getirme hususunda aciz bırakarak icaz vasfını elde etmiştir. Hakeza Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bana cevamiu’l-kelim / veciz konuşma kabiliyeti verildi[2] diyerek sözlerinin pek kolay anlaşılmayacağına işaret etmiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Daha Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta iken birileri Kur’an-ı Hakim’i kendi anlayışlarına göre yorumlayıp müstakim yoldan ayrılmışlardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlar için “Kaderiyye bu ümmetin Mecusileridir”[3] diyerek ümmetini onların fitnesinden korumaya çalışmıştır. Hakeza Hz. Ali’nin Abdullah b. Abbas (radıyallhu anhüm)’a “Onlar ile (Haricilerle) Kur’an üzerinden tartışma zira Kur’an’nın çok yönü vardır” derken bu manaya işaret etmektedir. Kur’an ve sünnetin ifadelerinde her Arapça bilenin anlayamayacağı naslara şöyle birkaç misal verebiliriz:

  • Allah Teâla “Boşanan kadınlar üç kar’ beklesin.”[4] Ayet-i kerimesinde kocalarından boşanmış kadınların iddetinin üç kar’ olduğunu ifade etmiştir. Ancak Arapçada kar’ kelimesi hem hayız hem temizlik manasına gelir. Şayet biz bu kelimeyi ilk manada kullanacak olursak ayetin meali “Boşanmış kadınların iddeti, üç hayızdır” şeklinde olacaktır. İkinci manada kullanacak olursak bu durumda ayetin meali “Boşanan kadınların iddeti, üç temizlik müddetidir” şeklinde olacaktır. Nitekim İmam Şâfîi ile İmam Ebu Hanife arasında bu meselede görüş ayrılığı olmuştur. Dolayısıyla İmam Şâfîi gibi bir dilci ve İmam Ebu Hanife gibi keskin zekalı bir alimin dahi anlamakta güçlük çektiği bir kelimeyi sadece Arapça bilgisiyle anlayamaya çalışma iddiasının beyhude olduğu aşikardır.
  • Hakeza Şâfi mezhebi ile Hanefi mezhebi uleması arasında ihtilaflı meselelerden biri de imamın arkasında kıraat mevzusudur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim bir imama uyarsa o imamın kıraati onun kıraati sayılır.”[5] Bu hadis-i şerif, imamın kıraati yeterli olacağını, bundan dolayı cemaatin namazda bir şey okumaması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadisinde “Fatiha suresini okumayanın namazı geçerli değildir”[6] buyurmuştur. Bu hadis-i şerif ise imama tabi olanların Fatiha okuması gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla hadisleri sıhhati veya nâsihi, mensuhu açılarından incelemeyi bir kenara koyacak olsak bile sadece metinlerin anlaşılması hususunda  bile ciddi bir kabiliyet ve bilgi birikimi gerektiği aşikardır.

İmam Tahavi’nin Şerhu Müşkili’l-Âsar’ı ve İbn Kuteybe’nin Müşkilâtü’l-Ḳurʾân’ı ilk bakışta aralarında çelişki var zannedilen Kur’an ve sünnetteki nasların nasıl anlaşılması gerektiği izah etmek üzere telif edilmiş eserlerdendir.

Özetle Kur’an’ı ve sünneti anlama ve yaşama vazifesi ile memur olan Müslüman, ya hayatını müçtehit olmaya adayacak ki -bu mesleklerin nihayet bulmasına sebep olur- bu herkes için mümkün değildir. Yahut hayatını bu uğurda feda etmiş insanların izlerini sürecek ki bu da taklidin ta kendisidir.

Mezhep Taklidinin Naklî Delili

 Kur’an-ı Hakîm’de Taklit

Kur’an-ı Hakim’de taklidin caiz olduğunu gösteren hatta gerekli olduğuna işaret eden birçok ayet-i kerime vardır.

1. Cenab-ı Hakk’ın “Ey iman etmiş olan kimseler Allaha itaat edin, o Resul’e ve sizden olan ülü’l-emre de itaatte bulunun”[7] ayet-i kerimesindeki ülü’l-emr ifadesini Taberi (rahimehullah) Câmiu’l-Beyân fi Te’vîli Âyi’l-Kur’ân isimli eserinde “ümera” olarak tefsir edileceğini gösteren rivayetleri serdettikten, Mücahid, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebi’s-Sâib (rahimehümüllah)’ın bu kelimeyi “fıkıh alimleri” diye tefsir ettiğini rivayet etmiştir.[8]

Kurtubî (rahimehullah) el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân isimli tefsirinde “ülü’l-emr ifadesi ümera veya ulema şeklinde tefsir edilmelidir” demiştir. Ulema olarak tefsir edilmesinin gerekçesini de ayetin devamındaki “Allah Teala aranızda anlaşmazlığa düşerseniz meseleyi Allah ve resulüne arz edin” buyurmasına bağlamıştır. Meseleyi “Allah ve resulünün hükümlerine arz edebilecek zümre de sadece ulema taifesidir” diyerek ifade etmiştir.[9]

Ebubekir er-Râzî Ahkâmü’l-Kur’an isimli tefsirinde “Bu ayet-i kerimedeki ülü’l emr kelimesinden idareciler veya alimler de kastedilebilir. Zira devlet başkanları orduyu yönetme ve düşmanla mücadele işini; alimler ise şeriatı koruma vazifesini üstlendiklerinden dolayı ülü’l emr kelimesi her iki zümreyi de kapsamaktadır” demiştir.[10]

Hulasa olarak bu ayeti hem rivâyî hem dirâyî açıdan tefsir eden alimler, ülü’l emr kelimesinin ulema olarak anlaşılmasının doğru olacağını ifade ederler.

2. Mevla Teâlâ “Eğer bilmiyorsanız zikir (ilim) ehline sorun”[11] ayet-i kerimesinde insanın bilgisi olmadığı konularda o ilimde kök salmış âlimlere sormasıerektiğini beyan etmiştir. Bu ayet-i kerime de her ne kadar zikir ehli ile önceki semavi kitapları bilen alimler kastedilmiş olsa da Suyuti, Âlûsi gibi müfessirler bu mananın daha umumileştirilebileceğini ifade etmiştir.[12] Buradan hareketle insanların dini meselelerde bilmedikleri şeyleri alimlere sormalarının gerekli oluşuna işaret edilmiştir.

3. “İçlerindeki kalabalık her bir fırkadan bir taife (ilim tahsiline) çıksaydı ya! Ta ki onlar din konusunda iyice fıkıh öğrensinler ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarsınlar ola ki onlar sakınırlar!” [13] ayet-i kerimesi Müslümanlara cihat ve benzeri işlerle toplu bir şekilde meşgul olmamaları bilakis onlardan bir zümrenin fıkıh ilmini tahsil edip dini meseleleri öğrenmeye fırsat bulamamış kimselere dini öğretmek için hayatlarını vakfetmeleri yönünde bir tembihtir.

Allah Teâla bu ayet-i kerimede fakihlere, şeriatı öğrenmelerini ve sonrasında onu başkalarına öğretmelerini, fakih olmayanlara ise günaha düşmekten kendilerini korumak maksadıyla onların gösterdikleri doğrultuda yürümelerini vacip kılmıştır. Taklidin manası da budur. Nitekim Ebûbekir el-Cessas “Mevla Teâla müminlere fakihlerin ikazlarına kulak vermeyi ve onlara dikkat ederek yaşamalarını vacip kılmıştır” diyerek yukarıdaki ifadeleri ikrar etmiştir.[14]

 Sünnet-i Nebeviyyede Taklit

1. İmam Buhârî ve İmam Müslim, Amr bin el-Âs’ın şöyle dediğini rivayet ederler: “Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in şöyle dediğini işittim:Allah, ilmi insanlardan bir anda söküp almaz. Bilakis alimlerin ruhunu kabzederek ilmi alır. Nihayet geride tek bir alim kalmadığında, insanlar cahil kimseleri önder edinirler. Onlarda sorulan suallere bilgisizce fetva verirler. Böylece doğru yoldan kendileri saptıkları gibi başkalarının da sapmasına sebep olurlar.”[15]

Bu hadis-i şerif, taklid meselesinde ciddi manada önümüzü aydınlatmaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakiki alimlerin vefat etmeleriyle dini anlayacak kimsenin kalmayacağını bu sebeple cahil kimselerin önderlik yapacağını ifade etmektedir. Şayet herkes Kur’an ve sünneti kendi başına anlayabilir olsaydı alimlerin vefat etmeleriyle avamın sapıtması gerekmeyecekti. Bu hadis çok net bir şekilde avam tabakasının dini anlamak için alimlere danışmaları gerektiğinin vacip olduğunu vurgular.

2. Ebû Dâvud ve Tirmizî Sünen’lerinde Efendimiz ((sallallahu aleyhi ve sellem)’in Muâz bin Cebel (radıyallahu anh)’ı Yemen’e göndermek istediği vakit aralarında şöyle bir diyalog geçtiğini naklederler:

  • Ey Muaz sana bir mesele sorulduğunda nasıl hüküm vereceksin?
  • Allah’ın kitabı ile.
  • Eğer Allah’ın kitabında bulamazsan?
  • Allah Resulü’nün sünneti ile hükmedeceğim.
  • Eğer Allah’ın kitabı ve Resulünün sünnetinde de bulamazsan?
  • O zaman hiç tereddüt etmeden kendi görüşümle içtihat ederim.

Bunun üzerine Rasulüllah ((sallallahu aleyhi ve sellem) göğsüne vurarak şöyle dedi: “Resulünün elçisini Resulünün hoşnut ve memnun olduğu şeye muvaffak kılan Allaha hamd olsun.”[16]

Bu hadis de hakeza taklit meselesinde mühim bir vasfı haizdir. Şöyle ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendileri berhayat olmalarına rağmen Hz. Muaz’ın içtihat etmesine ve Yemen halkının da onu taklit etmesine razı olduğunu dile getirmiştir. Şayet Efendimiz Kur’an ve sünneti herkesin anlayabileceğini, taklide ihtiyaç olmayacağını düşünecek olsaydı Hz. Muaz’a “insanlara kendi görüşlerini söyleme zira Kur’an ve sünnet çok açıktır onlar anlayabilirler” demesi gerekirdi.

“Mezhep Taklidi”nin Aklî Delili

Her bir Müslümanın Kur’an ve sünneti anlayıp ona göre yaşaması vacip ise bu durumda kişi ya Kur’an ve sünneti kendi anlayabilme kabiliyetine sahiptir veya değildir. Bu kabiliyete sahip olana müçtehit, olmayana da avam denir.

Bir kimsede içtihat için koşulan şartlar tahakkuk ettikten sonra Kur’an ve sünnet ile doğrudan amel edebilir. Bu şartlar kendinde tahakkuk etmediği takdirde kendisine farz olan Kur’an ve sünnete tâbi olmak için taklitten başka seçeneği kalmaz.

Taklid etmeye karar verecek olsa bu durumda önünde iki seçenek vardır. Ya kendi gibi içtihat şartlarının oluşmadığı bir kimseyi taklid eder yahut içtihat şartları tahakkuk etmiş kişiyi taklid edecektir. İçtihat şartlarının oluşmadığı kimseyi taklid etmesi Kur’an ve sünneti anlama çabasında yanlış yol izlediğini gösterecektir.

İçtihat ehliyetine sahip olan kimse de ya dört mezhep imamları gibi mezhepleri tedvin edilmiş kimselerdedir yahut mezhepleri tedvin edilmemiş muhtelif kitaplarda kendilerinden nakillerin geldiği müçtehit kimselerdir. İkinci zümreyi taklit etmekte Kur’an ve sünneti anlama yöntemindeki problemi gösterir. Zira dört mezhep dışındaki alimlerin kavilleri tedvin edilmediğinden dolayı mutlak ifadelerini takyid eden veya mukayyet ifadelerini ta‘mim eden bir kurallar bütünü olmaması, onlarının sözlerinin hakkıyla anlaşılmadığı gösterir. Bu durumda Kur’an ve sünneti anlamak adına dört mezhepten birini taklid etmek avam tabakasındaki Müslümanlar için aklî bir zorunluluktur.

Devam edecek…


[1] İbn Mâce, es-Sünen, (3950).

[2] İbn Hibbân es-Sahih, (2313).

[3] Ebu Dâvud, es-Sünen, (4691).

[4] Bakara: (228).

[5] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned (14643); İbn Mâce, (850).

[6] Buhârî, (756); Müslim, (394).

[7] Nisa: (59)

[8] Taberî, Câmiu’l-Beyân fi Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Tah: Ahmet Şâkir, Müessesetü’r-Risâle, VIII, 500.

[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kurân, Tah: Ahmet el-Berdevni, Dâru’l-Kütübü’l-Mısriyye. V, 260.

[10] Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, Dâru İhyai’t Türasi’l Arabî, Beyrut, H.1405 III, 177.

[11] Nahl, (43).

[12] Neysâbûrî, et-Tefsîru’l-Besîd, İmâdetü’l-Bahsi’l-İlmî, XV, 22, Alûsî, Ruhu’l-Meânî, DKİ, VII, 387.

[13] Tevbe: (122).

[14] Ebûbekir Cessas er-Râzî, Ahkâmu’l-Kur’ân, III,182.

[15] Buhâri, (100); Müslim, (2673).

[16] Ebû Davûd, es-Sünen, (3592); Tirmizî, es-Sünen, (1327).

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu