MakalelerTasavvuf

Sûfiyyede Mürid-Murad Tanımlamaları

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدُ للهِ الذي أَخرَجَ هدايةَ المُرِيدين من اجتهادهم وهدايةَ المُرَادين من مَشِيئته،

والصلاةُ والسلامُ على سيِّدنا ونبيِّنا محمَّدٍ الذي هو رأسُ المُرَادين بين إخوانه من الأَنبِياء والرُّسُل،

وعلى آلِه وصَحبه أجمعين الذين فيهم من سَبَقَ كُشُوفُهم اجتهادَهم وسارُوا

بقُلُوبِهم ومن سَبَقَ اجتهادُهم كشوفَهم وسارُوا بأَبْدانِهم

 

Sûfiyyede Mürid-Murad Tanımlamaları

Müridlerin hidayetini onların gayretlerinden, muradların hidayetini ise kendi dilemesiyle ortaya çıkaran Allah’a hamd olsun. Kardeşleri olan Allah’ın elçileri ve peygamberleri arasında murad kulların serveri Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e salât ve selâm olsun. Aralarında mükâşefeleri gayretlerinden önce ihsan olunup kalpleriyle seyr yapanlar ve gayretleri mükâşefelerinden önce bulunup (birtakım riyazat ve muameleler bakımından) bedenleriyle seyr yapanların bulunduğu bütün âl ve ashâbına da salât ve selâm olsun.

Giriş

“Sûfiyyede İrade” isimli yazımızda, asıl konumuz irâde olmakla beraber, mürid kelimesinin iştikak olarak “kendisinde irâde bulunan” kimseye, buna mukabil sûfiyyenin: “irâdesi olmayan”; yani irâdesini bırakan kimseye mürid dediklerine kısaca temas etmiştik. Bu yazıda ise, sûfiyyenin mürid ile murad karşılaştırması yaparak ifade ettikleri bazı sözlerini bir araya toplamaya çalıştık.

Allah’a Yönelenlerin Birbirlerinden Farklı Olmaları

Allah’a yönelenlere dair Allah’ın kanunu birbirinden farklıdır. Çoğunluk, (seyr-i sülüklerinde) nefis ve şeytana karşı mücadelelere (mücâhedelere) muvaffak kılınmış, sıkıntı ve zorluklara göğüs gerdikten sonra yüce manalara ulaşabilmişlerdir. Bir çoğuna, (Allah’ın kalplerinde yaratmış olduğu marifet ve şevk ile) yüce manalar başlangıçta açılmış ve bu kimseler, riyazat ehlinden pek çoğunun ulaşamadıklarına ulaşmışlardır. Fakat bu kimselerin de büyük kısmı, bu güzelliklerden sonra, vaktiyle yerine getirmedikleri riyazat ehlinin yaptığı işleri yerine getirmek için nefisle mücâhede tavrına geri dönerler.[1]

Her Mürid Muraddır, Her Murad Müriddir

Aslında hakikat açısından mürid ile murad arasında bir fark yoktur. Zira her mürid, aslında muraddır. Çünkü eğer Allah Teâlâ, Kendi irâdesiyle müridin irâde etmesini dilemeseydi, mürid asla irâde eden bir kimse olamazdı. Zira var olan her şey, Allah’ın irâdesi olmadan var olamaz. Aynı şekilde bu açıdan her murad da, müriddir. Zira Allah Teâlâ murad olan zatı özellikle irâde edince, onu irâdeye muvaffak kılmış demektir[2].

Mürid ile Murad Ayrı Kişilerdir

Bu alanda söz edenlerin çoğu, mürid ile murad arasını ayırt edip onları ayrı kişiler olarak kabul etmişler ve murad mertebesini mürid mertebesinden üstün görmüşlerdir.[3] Meşâyıha göre mürid, mübtedîdir (yeni başlayandır), murad ise müntehîdir (sona varan, vuslata erendir). Aynı şekilde mürid, zahmete giren ve zorluklara göğüs geren, murad ise, zorlanmadan Hakk tarafından işi görülen kimsedir. Dolayısıyla mürid; sıkıntı ve zorluk çeken, murad ise; refah içerisinde şefkatle kucaklanmış kimsedir.[4]

Meşâyıhın Mürid-Murad Karşılaştırmaları

Ebû Ali ed-Dekkâk (rahimehullâh), mürid ile murad arasındaki farkı şu şekilde ifade etmiştir: “Mürid; çilekeştir (yükü yüklenen, bu yolun meşakket ve zorluklarını yaşayan), murad ise; (Allah tarafından ilahi destekle) yüklenilip götürülendir”.[5]

Yine demiştir ki: Musa (aleyhisselâm) müriddi. Zira: “Rabbim! Gönlüme genişlik ver[6] dedi. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise muraddı. Çünkü Allah Teâlâ: “Senin gönlüne genişlik vermedik mi?[7] buyurdu.[8] Şöyle ki Musa (aleyhisselâm), Firavun’la bir araya gelecekti. Firavun’un sert ve kaba olduğunu bildiğinden dolayı böyle bir sıkıntıya göğüs gerebilmek için Allah’tan yardım istedi. Ama Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’tan böyle bir şey istemediği halde, Allah O’na bunu verdi.[9]

Cüneyd-i Bağdâdî (rahimehullâh)’a, mürid ile muradın kim olduğu sorulunca şöyle demiştir: “Mürid, ilim idaresiyle yönetilen, murad ise Hakk’ın tedbiri ile çekip çevrilen kimsedir. Çünkü mürid (nefsiyle savaşarak) yürür, murad ise (Allah’ın inayetiyle) uçar. Yürüyen uçana nasıl yetişebilir ki?!”.[10] Yani; mürid, nefsi ile cihad eder, kalbî amelleri hususunda nefsine riyazat uygular ve zahiri azalarını da şeriat ilmiyle muhafaza edip kayıp sapıtmaktan kendini korur. Ama murada Allah’ın lütfu gelip onu tembellikten ve gevşeklikten korur. Şüphesiz şeriatı muhafaza edeni Allah kendi himayesiyle korur. Fakat Hakk’ın tedbir ve muhafazası, murad kul için çok daha fazla ve onun için Hakk’ın yardımı çok daha bol ve geniştir.[11]

Mürid Mükaşefeden Önce; Murad Önce Mükâşefe

Hüseyin b. Mansur el-Hallâc (rahimehullâh) demiştir ki: “Mürid, mükâşefeden önce çalışıp çabalayan kimsedir. Murad ise, mükâşefesi, çalışıp çabalamasından önce olan kimsedir”.[12]

Kelâbâzî (rahimehullâh), bu sözü şöyle açıklamaktadır: Allah Teâlâ’nın: “O kimseler ki (nefis ve şeytan gibi düşmanlarla) Bizim uğrumuzda (sırf Bizim rızâmız için ihlâs ile) cihad etmişlerdir, andolsun ki; elbette Biz onları (cennet ve cemâlimize kavuşturacak) yollarımıza mutlaka hidâyet edeceğiz!” âyet-i kerimesinde ifade buyurduğu kimseler, müridlerdir. Mürid, Allah Teâlâ’nın, kendisini murad ettiği kimsedir. Allah, onun kalbini Kendisine döndürmüştür ve müridde bir gayret ve çabayı harekete geçiren, müridi Kendisi’ne yönlendiren ve ona Kendisi’ni murad etmesini sağlayan bir lütuf ihsan etmiştir. Sonra da ona bir takım halleri mükâşefe yoluyla açmıştır. Murad ise, Hakk’ın kudret cezbesiyle Kendisi’ne çektiği ve bir takım halleri kendisine mükâşefe yoluyla açtığı kimsedir. Muraddaki müşâhede gücü, onu çalışıp çabalamaya, Allah’a yönelmeye ve zorluklara göğüs germeye dair harekete geçirmiştir.[13]

Ebû Saîd el-Kureşî (rahimehullâh), Hallâc-ı Mansûr (rahimehullâh)’ın sözünü şu ifadeleriyle dile getirmiştir: “Allah, müridi hidayet eder, sonra mürid çalışıp gayret eder. Murad ise; vuslata erer, sonra çalışıp çabalar”.[14] Yine dolaylı olarak bu manaya dair denilmiştir ki: “Mürid; Allah’tan istifadesini ancak (nefisle mücadeledeki) birtakım muameleler vasıtasıyla elde ederken, murad; Allah’tan istifadesini dostu olan Rabbi’nden elde eder”.[15]

Mürid Tâlib; Murâd Matlûb

İbn Yezdanyâr (rahimehullâh) demiştir ki: “Mürid; tâlibdir (talep eden, isteyen), murad ise; matlûbdur (talep edilen, istenilen). Matlûb olan, makbuldür (kabul edilen/gören), tâlib olan ise arzulanandır”.[16] Nitekim denilmiştir ki: “Gerçek mürid; seyr-i sülûkü kasteden (amaçlayan, hedefleyen) kimsedir, gerçek murad ise; iradesiyle kastedilen (hedeflenen)dir”.[17] Hatta Muhammed b. Musa (rahimehullâh): “Mürid, Rabbi’nin rahmetini, kendisine cezbeden (çekendir), murad ise Rabbin mukaddes nurları tarafından cezbedilen (çekilen) kimsedir” demiştir.[18] Ebû Bekir el-Vâsıtî (rahimehullâh), bunu biraz daha açık ifadeyle şöyle demiştir: “Mürid; mümin, müslim ve muhsin diye isimlendirilmiştir ve bütün bu isimler bir takım durumlara göredir. Murad ise; müctebâ, müctenâ ve muhles diye isimlendirilmiştir. Amelleriyle Rabbi’ni talep eden (isteyen, arzulayan) kimse ile Rab Teâlâ’nın, nurlarıyla kendisini talep ettiği kimse arasında ne kadar çok fark vardır”.[19]

Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî (rahimehullâh): “Mürid; susuzdur, murad ise; sarhoştur” demiştir.[20] Hallâc-ı Mansûr (rahimehullâh) ise: “Mürid, tövbenin gölgesinde, murad ise ismetin (günahtan korunmuşluğun) gölgesindedir” demiştir.[21]


[1] Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin b. Abdülmelik, er-Risâle, tahkik: Enes Muhammed Adnan eş-Şerfâvî, Dâru’l-Minhâc, Lübnan/Beyrut, 1. Baskı/2. Sürüm, 1438/2017, s. 470.

[2] Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed b. Ebî İshak b. İbrahim b. Yakub el-Buhari el-Hanefî, et-Taarruf, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut/Lübnân, 1. Baskı, 1413/1993, s. 158; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 469-470.

[3] Abdullah Herevî, Hâce Ebû İsmail Abdullah b. Muhammed b. Ali el-Ensârî, Menâzilü’s-sâirîn, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, s. 73.

[4] Kuşeyrî, a.g.e., s. 469-470.

[5] Kuşeyrî, a.e., s. 470.

[6] Tâhâ Sûresi, âyet no: 25.

[7] İnşirâh Sûresi, âyet no: 1.

[8] Kuşeyrî, a.g.e., s. 470.

[9] Bkz. Zekeriyya el-Ensârî, Ebû Yahya Zekeriyya b. Muhammed, İhkâmü’d-delâle, tahkik: Abdülcelil Atâ, Dâru’n-Nu’mân li’l-Ulûm, Dimeşk, 1. Baskı, 1420/2000, c. 2, s. 617-618.

[10] Kuşeyrî, a.g.e., s. 471.

[11] Zekeriyya el-Ensârî, a.g.e., c. 2, s. 619.

[12] Sîrcânî, Ebu’l-Hasen Ali b. Hasen, Kitabü’l-beyâz ve’s-sevâd, tahkik: Bilal Orfali-Nada Saab, Brill Publishers, Leiden, I. Baskı, 2012, s. 308.

[13] Kelâbâzî, a.g.e., s. 158.

[14] Sircânî, a.g.e., s. 309.

[15] Sircânî, a.e., s. 309.

[16] Sircânî, a.e., s. 308.

[17] Sircânî, a.e., s. 308.

[18] Sircânî, a.e., s. 309.

[19] Sircânî, a.e., s. 308-309.

[20] Sircânî, a.e., s. 308.

[21] Sircânî, a.e., s. 308.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu