MakalelerTasavvuf

Sûfiyyede İrâde

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله الذي أَحبَّ وأرادَ، والصلاة والسلام على رسولنا محمد الذي أُرِيدَ وأُحِبَّ وعلى آلِه وصَحبِه أجمعين الذين آثَروا إرادةَ الله على إرادةِ نُفوسِهم وتَجرَّدوا عنها في البداية صورةً وأَفْنَوْا عنها في النهاية حقيقةً

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın İsmiyle

Sevip de irâde eden Allah’a hamd olsun. Murad edilen ve mahbub olan Peygamberimiz Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e salât ve selâm olsun. Ayrıca nefislerinin irâdesine karşı Allah’ın irâdesini tercih edip, başlangıçta sûreta kendi irâdelerinden soyutlanıp, sonda da hakiki olarak irâdelerini yok eden Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem’in âl ve ashâbına da salât ve selâm olsun.

Giriş

Mürid, irâdesiyle yola niyet eder ve ilk adımını atar. Bu ilk adımı atmasıyla beraber kendi irâdesini bırakır, Hakk’ın ve mürşidin irâdesiyle yol alır, yol yürür. Bu esnada kendi irâdesi vardır, ama yok hükmündedir, zira yeni bir irâdeye bürünmüştür. Belki de müridde var kabul edilen irâde, bu giydirilmiş irâdedir. Yol gidilirken kişi yorulur, ağırlık basar ve uyur. Bu halde iken artık kendine gelinceye kadar bir müddet irâdesinden sıyrılır. Bu şekilde yol vuslata erdikten sonra, mürid artık muraddır. İrâdesi tamamen hakiki olarak yok olmuş ve mürid değil, murad olmuştur. Aslında en başta da mürid, muraddı. Zira müride bu iradeyi veren de onu irâde eden Allah’tı. İşte yolun sonu, başı gibidir. Başta hakikaten mürid zahiren murad olan, sonda artık hakiki murad olmuştur.

İşte şüphesiz müridi mürid yapan irâdedir. Müridde irâdenin var veya yok olması, kelimenin sözlük anlamı veya sûfiyyenin kullanımındaki anlamına göre değişiklik arz edebilmektedir. Bundan dolayı meşayıhın kimi irâdenin hiç eksik olmadığını, daima var olduğunu, kimi sufinin haline göre var veya yok hükmüne düştüğünü, kimi hiç bulunmadığını, kimi de işin başlangıcında bulunduğunu ama sonunda yok olduğunu söyler.

Başka bir pencereden bakıldığında, irâdenin güzeli (hüsnü’l-irâde) veya kötüsü (sûi’l-irâde) diye bir ayırım da göze çarpmaktadır. Buradan hareketle irâdenin makbul veya merdud özelliklerini hâiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunun yansıması olarak da makbul/sadık/samimi mürid ile kabul görmeyen/samimi olmayan mürid portreleri çizilmektedir.

Sözlük Manasından Hür Olan İrâde

Mürid kelimesi, aslında iştikak (kelimelerin köklerini inceleme, etimoloji) açısından; “kendisinde irâde bulunan” kimseye denir. Mesela âlim, kendisinde ilim bulunan zat demektir. Zira bu kelimelerin altında türetildikleri kök manalar bulunur. Dolayısıyla türeyen bir kelimede (mesela; mürid ve âlim kelimeleri gibi), kendisinden türetilen kelimenin (irâde ve ilim gibi) manasının bulunması pek tabiidir.

Fakat sûfiyyenin bakış açısında mürid, kendi irâdesini kullanmayan, kendi hakkında herhangi bir tercihi bulunmayan, kendi muradı için bir seçim yapmayan, kendisini yalnızca Hak Teâlâ’nın kendisiyle ve kendisinden murad ettiği şeye veren kimsedir. Kelime türetme (iştikak) gereğince nasıl ki “irâdesi olmayan kimseye” mürid denilmezse, bu yolda da kendi irâdesini bırakmayan bir kimse, bu yolun müridi olamaz. Bu mana Ebû Bekir el-Vâsıtî (rahimehullâh) tarafından, “Müridin ilk makam ve adımı, kendi irâdesini düşürüp Hakk’ın irâdesini ortaya koyması[1] olarak ifade edilmiştir.

Yolun başlangıcında aslında müridin bir irâdesinin bulunmaması veya müridden bir irâde beklenmemesi söz konusu iken, böyle bir isimlendirilme yapılmış olması; irâdenin, her işin başlangıcı olmasından dolayıdır. Zira kul, irâde/murad etmediği şeyi yapmaz. Dolayısıyla Allah’a ulaşma yolunda yürüyecek olan bir kimsenin ilk işi, herhangi bir işin başlangıcında bulunan kasıt ve amaca benzetilerek irâde diye isimlendirilmiştir.[2]

Meşâyıhın Bakış Açısında İrâde

Meşâyıh (rahimehumullâh), irâdenin ne olduğuna dair bir takım tarifler zikretmişler ve hepsi, kendi kalplerinde parlayan bir mana ile irâdeyi açıklamışlardır.[3] Bununla beraber yapılan tariflerin bazıları, hatta meşâyıhın çoğu bizzat irâdenin ne olduğunu değil, irâdenin bazı alâmetlerini ortaya koymuştur ve bu alâmetler, müridin irâdesinin kabul veya reddini gösterecek deliller niteliğindedir.

Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî (rahimehullâh)’ın da aralarında bulunduğu meşâyıhın çoğu irâdeyi; “Âdet üzere bulunulan şeyi terketme” diye tarif etmiştir.[4] Yine meşâyıhtan biri: “İrâde, fıtrî meyille ve âdet üzere akıldan geçen şeyin ateşini söndürmektir” demiştir.[5] İnsanların genelde âdeti, gaflet yerlerinde bulunmaları, nefsin arzularına bağımlı kalmaları ve devamlı nefsin isteklerini yerine getirmeye çalışmalarıdır. Mürid ise, bu sayılanların hepsini bırakan, bu âdetleri devam ettirmeyen kimsedir. İşte bu âdetlerini bırakması, müridin irâdesinin doğru ve geçerli olduğunun bir alâmetidir. Bundan dolayı bu “âdet olan durumu terketme” hali, irâde diye isimlendirilmiştir. O halde “âdeti terketme”, irâdenin bizzat kendisi (hakikati) değil, alâmeti olmaktadır.[6]

Gerçek/hakiki irâde ise; kalbin Hak Teâlâ’yı isteme hususunda uyanması, kalkması ve doğrulmasıdır. Bundan dolayı: “İrâde, kalpteki bütün korku ve endişeleri hafifleten bir tutuşmadır” denilmiştir. Nitekim Ebû Ali ed-Dekkâk (rahimehullâh): “İrâde, yürekte bir sızı, sinede bir ısırık, kalpte bir tutku, vicdani bir rahatsızlık ve gönüllerde alevlenen bir ateştir” demiştir.[7]

Muhammed b. Hafif (rahimehullâh), irâdeyi: “Kalbin, murad ettiği şeyin arzusuna yükselmesidir” diye tarif ettikten sonra, irâdenin alâmetine de temas ederek: “Gerçek irâde ise, istirahat etmeden devamlı gayret edip çabalamaktır” demiştir.[8] Bir başka açıdan Ebû Bekir el-Atşî (rahimehullâh), gerçek irâdenin: “Kulun, Allah Teâlâ’ya (ulaşma yolunda) güzel bir niyet ve amacı” olduğunu söyler.[9]

Ebû Osman en-Nîsâbûrî (rahimehullâh), irâdeyi tarif mahiyetinde değil de açıkça alâmetlerine temas etmek üzere şöyle der: “İrâdenin alâmetleri; taleb etmek (istemek), delile (rehbere, mürşide) kulak vermek ve ona boyun eğmektir”.[10]

Mürteiş (rahimehullâh): “İrâde; nefsi, isteklerinden engellemek, Allah’ın emirlerine yönelmek ve başına gelen kaza ve kadere rıza göstermektir[11] derken tam da yine irâdenin alâmetlerinden bir kısmını zikretmiştir.

Aynı şekilde Ebû Said el-Harrâz (rahimehullâh)’a: “İrâde nedir?” diye sorulunca irâdeyi alâmetleriyle tarif edip: “Güzel edep ve Hakk’a tam yönelmektir” demiştir.[12]

İşte bu alâmetler, irâdenin makbul olduğunu gösteren kanıtlardır. Buna mukabil kabul görmeyen merdud irâde de vardır ki Ebû Osman el-Hîrî (rahimehullâh) bu hususa şu ifadeleriyle temas etmektedir: “Başlangıçta irâdesi sahih (gerçek, samimi ve dürüst) olmayan müridin durumu, (muradına doğru ilerlemeyi bırak) gün geçtikte daha da kötüye gider” demiştir.[13] Ebû Bekir el-Varrâk (rahimehullâh) ise, sahih irâdenin alâmetine dair şöyle demiştir: “Sahih irâde, müridin (nefsinin) bütün muradını bertaraf edip, Allah’ın muradına dönmesidir”.[14]

Aynı şekilde Ebû Abdillah es-Siczî (rahimehullâh): “Kim, irâde dönemlerinde yaşadığı hallerden bir halden hoşlanıp kendini beğenirse, irâdesi fasit olur” demiştir.[15]

İrâde: Yolun Başlangıcı

Ebû Ali ed-Dekkâk (rahimehullâh), irâdeyi; saliklerin yolunun başlangıcı ve Allah’a yönelenlerin ilk basamağı olarak görür.[16]

Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sırruhu) ise şöyle demiştir: “İnsanın halinde ilk ortaya çıkan, irâdedir. İrâde ise, insanın bir şeye inanması, sonra ona karar vermesi ve ardından onu murad etmesidir. Dolayısıyla irâde ancak inanç, karar ve niyetten sonra gelir”.[17]

İrâdenin temelinde muhabbetin olduğu da söylenmiştir.[18]

Sûfide İrâdenin Varlığı Veya Yokluğu

  • İrâdenin dâima var olduğu:

Amr el-Mekkî (rahimehullâh) marifetullah yolunda irâdenin devamlı var olduğunu ifade etmek üzere şöyle demiştir: “Kul, marifetullah yolunda en son makama da ulaşsa, irâde kendisinden ayrılmaz. Çünkü irâde, ârifle beraber makamı yükseldikçe yükselir”.[19]

  • İrâdenin hiçbir zaman olmadığı:

Ebû Yezid el-Bestâmî (rahimehullâh)’a: “Tasavvufla beraber irâde kalır mı?” diye sorulduğunda: “Tasavvufun sonu, başı(yla aynı)dır (sonu, başı gibidir)” demiştir.[20] Yani, tasavvufun sonunda kalmayan irâdenin, başında da zaten bulunmaması gerektiğini ifade etmiştir.

  • İrâdenin başta var, sonda ise yok olduğu:

Ebû Bekir el-Vâsıtî (rahimehullâh), demiştir ki: “Sûfilerin ilk mükâşefesi irâde iledir. Sonra marifetlerle, ardından vesilelerle, daha sonra sekine ile, ondan sonra da basiretlerledir. Hakk’ın Hakk ile tecellilerini görünce ise, bütün kendi düşünce ve irâdesi yok olur”.[21]

Ebû Bekir ez-Zekkâk (rahimehullâh): “İrâdenin son sınırı, Allah’a atıfta bulunup, O’nu(n senden murad ettiklerinin ve senin O’na dair atıfta bulunduklarının sende var olduğunu gösteren bir) işaretle (alâmetle) bulmaktır” dediğinde, Ebû Bekir ed-Dükkî: “(İstek ve arzularının meydana gelmesi hususunda kulun herhangi bir seçim ve hareketinin bulunmaması şeklinde) İrâdeyi de içine alıp, irâdeden geriye herhangi bir iz bırakmayacak hal nedir?” diye sormuş ve ez-Zekkâk: “(İhtiyaç duyduğun bir şeyi istemeksizin elde etmen veya bir sebep olmaksızın bütün hallerinde Allah’ın daima sana nazar edip seni gözetlediğini bilerek) Allah Teâlâ’yı işaretsiz bulmaktır” diye cevap vermiştir.[22]

  • İrâdenin sûfinin haline göre var veya yok olduğu:

Muhammed b. Hafif (rahimehullâh), sufinin irâdesinin içinde bulunduğu hale göre var veya yok olduğunu şöyle izah etmiştir: “İrâde, değişik değişiktir. En iyi müminden en düşük mümine kadar sufi, bu farklılık halindedir. Sufi, gafletten ayık olma özelliklerine sahip olduğu, lehine ve aleyhine olan durumları sağlam bir şekilde ayırt ettiği müddetçe (fark halinde) kendisinden irâde düşmez. Şu kadar var ki, bazen (sufinin kendi irâdesi dışında kalbine gelen feyiz, nur ve manalar diye anılan) vâridât, akın akın geldiğinde ve (sufiyi kendi tabii halinden çıkartıp, onun yeni ve bilmediği bir hale girmesine sebep olan ve onu ele geçiren) baskın haldeki galebeler esnasında sufi, zayıf düşer ve yeni gelen bu halin altında ezilir, irâde ve hareketleri ele geçirilir. Bu baskın manevi halin istilası altında sufinin kendi vasıfları ortadan kalkar ve geriye yalnızca duyuları kalır, fakat algıları çalışmaz”.[23]

Güzel İrâde (Hüsn-i İrâde), Kötü İrâde (Sûi’l-İrâde)

Ebu Bekir el-Vâsıtî (rahimehullâh): “İnsanın muradı içinde bulunan her irâde/istek, Rubûbiyeti reddetmektir” demiş ve bununla müridin Hakk’ın irâdesi yerine kendi irâdesini koymasını kastetmiştir.[24] Ebu Bekir el-Vâsıtî (rahimehullâh), irâdenin bu yönünün sûfide sanki sıfıra indirilmesi, irâdenin hiçbir izinin kalmaması gerektiğine dair: “Bir kul için en iğrenç şey, kötü irâdedir. Daha da ötesi, kul için daha iğrenç olan şey, irâde içinde irâdedir” demiştir.[25] Ayrıca bu manada Sühreverdî (rahimehullâh), irâdeyi sufi için bir illet olarak görür.[26]

Gerçek ve Makbul İrâdenin Bereketi

Kıssa

Ahmed b. Ebi’l-Havârî (rahimehullâh), Ebû Süleyman ed-Dârânî (rahimehullâh)’ın dediği her şeyi yapıp hiçbir şeye muhalefet etmeyeceğine dair söz vermişti. Aralarında böyle anlaşmışlardı. Ebû Süleyman ed-Dârânî bir gün cemaate sohbet ederken, İbn Ebi’l-Havârî geldi ve: “Tandır tutuşturuldu. Ne yapılmasını emredersiniz?” diye sordu. Ebû Süleyman ed-Dârânî, cevap vermedi. İbn Ebi’l-Havârî, ikinci defa sordu, tekrar cevap gelmedi, üçüncü defa sordu, yine cevap gelmedi ve ardından Ebû Süleyman ed-Dârânî, Ahmed’in ısrarlı sorusu karşısında sanki canı sıkılmış bir vaziyette: “Git ve tandırda otur bekle” dedi. Bir müddet İbn Ebi’l-Havârî, Ebû Süleyman ed-Dârânî’nin aklına gelmedi ve sonra onu hatırlayıp: “Ahmed’i çağırın. Tandırdadır o şimdi. O, benim sözüme muhalefet etmeyeceğine dair söz vermişti” dedi. Gidip baktılar ki Ahmed b. Ebi’l-Havârî, tutuşturulmuş tandırda oturuyor ve bir kılı dahi yanmamıştı. Bunun üzerine Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle dedi: “İşte bu, samimi ve gerçek irâdenin bereketlerindendir”.[27]


[1] Kuşeyrî, er-Risâle, Ebu’l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin b. Abdülmelik, er-Risâle, tahkik: Enes Muhammed Adnan eş-Şerfâvî, Dâru’l-Minhâc, Lübnan/Berut, 1. Baskı/2. Sürüm, 1438/2017, s. 469.

[2] Kuşeyrî, a.e., s. 465.

[3] Kuşeyrî, a.e., s. 465.

[4] Sîrcânî, Ebu’l-Hasen Ali b. Hasen, Kitabü’l-beyâz ve’s-sevâd, tahkik: Bilal Orfali-Nada Saab, Brill Publishers, Leiden, I. Baskı, 2012, s. 104.

[5] Sircânî, a.e., s. 104.

[6] Kuşeyrî, a.g.e., s. 465-466; Zekeriyya el-Ensârî, Ebû Yahya Zekeriyya b. Muhammed, İhkâmü’d-delâle, tahkik: Abdülcelil Atâ, Dâru’n-Nu’mân li’l-Ulûm, Dimeşk, 1. Baskı, 1420/2000, c. 2, s. 610.

[7] Kuşeyrî, a.e., s. 466.

[8] Sircânî, a.g.e., s. 104.

[9] Sircânî, a.e., s. 105.

[10] Sircânî, a.e., s. 102.

[11] Sircânî, a.e., s. 105.

[12] Harkûşî, Abdülmelik b. Muhammed b. İbrahim en-Nîsâbûrî, Tehzibü’l-esrâr, tahkik: Bessâm Muhammed Bârûd, Mecmau’s-Sekâfî, Abudabi, 1999, s. 214.

[13] Kuşeyrî, a.g.e., s. 466.

[14] Sülemî, Ebû Abdürrahman Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed en-Nîsâbûrî, Hakâikü’t-tefsîr, tahkik: Seyyid İmrân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Lübnân/Beyrût, 1421/2001, c. 1, s. 285..

[15] Sircânî, a.g.e., s. 188.

[16] Kuşeyrî, a.g.e., s. 465.

[17] Sircânî, a.g.e., s. 105.

[18] Sircânî, a.e., s. 310.

[19] Sircânî, a.e., s. 105.

[20] Sircânî, a.e., s. 310.

[21] Sircânî, a.e., s. 105.

[22] Kuşeyrî, a.g.e., s. 468; Zekeriyya el-Ensârî, a.g.e., c. 2, s. 615.

[23] Sircânî, a.g.e., s. 310.

[24] Sircânî, a.e., s. 75.

[25] Sircânî, a.e., s. 105.

[26] Sühreverdî, Şihâbüddin Ömer b. Muhammed b. Abdillâh el-Kureşî el-Bekrî, Avârifü’l-me’ârif, tahkik: Ahmed Abdürrahim Sâmih, Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, Kâhire, 1. Baskı, 1427/2006, c. 1, s. 66.

[27] Kuşeyrî, a.g.e., s. 467; Ebu Halef et-Taberî, Selvetü’l-ârifîn, tahkik: Bilal Orfali-Gerhard Böwering, Brill Publishers, Leiden/Boston, 1. Baskı, 2013, s. 354.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu