Kitabiyat

Tasavvuf-Nahiv İlişkisine Dair Eserler ve İncelemeleri -1-

Tasavvuf-Nahiv İlişkisine Dair Eserler ve İncelemeleri

Giriş

“Şüphesiz biz Ademoğlunu tekrîm ettik” (İsra, 17) hitabına mazhar olmuş insanın en temelde iki kuvvesi vardır; Kuvve-i âlime (bilici kuvvet) ve kuvve-i âmile (yapıcı kuvvet).[1]

Daima ruhen ve bedenen kemale ermek amacında olan insanoğlu, bu iki kuvveden birincisini yani kuvve-i âlimeyi yetkinleştirip kemale erdirmek için birçok ilim tedvin etmiştir. Disiplin veya bilim diye de tabir edilen ve kısaca “belli konuya dair meselelerin toplamı” diye tanımlayabileceğimiz bu ilimler, tarihten bu yana birçok tasnife uğramıştır. Örneğin ilimleri dînî ve gayr-i dînî; nazarî (teorik) ve amelî (pratik) veya aklî ve naklî diye taksim etmek hem mümkün hem de vakıdır.

Dînî/İslâmî ilimler (tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf vs.) temelde zaten birbiriyle sıkı ilişki içerisinde olsa da bu ilmin alimleri, özellikle her ilimde yetkin olup belli bir ilimde ihtisas sahibi olan alimler, tarihte ilimler arasında ilişki kurmaya ve bir ilmin meselelerini diğer bir ilim açısından yorumlamaya özen göstermişlerdir. Mesela tefsir ile hadis arasında bir ilişki kurulup ayetlerin hadisle veya hadislerin ayetle tefsir ve tekmil edildiği bir kitap yazılabilir. Keza tefsir ile fıkıh alaka kurulup sadece “ahkam ayetleri” dediğimiz ayetlerin fıkhî açıdan incelendiği bir kitap yazılabilir ki yazılmıştır da. Bu gibi iki ilim arasında oluşturulan ilişki örnekleri çoğaltılabilir.

Burada şuna da değinmeliyiz ki, iki ilim arasındaki ilişki verdiğimiz örneklerde olduğu üzere hakîkî ve gerçek bir ilişki olabildiği gibi, genelde tasavvuf ilminde yapıldığı üzere teşbih ve metafora dayalı mecâzî diyebileceğimiz bir ilişki de olabilir. Nitekim ilerde anlaşılacağı üzere bizim konumuz olan tasavvuf-nahiv ilimlerinin ilişkileri bu kabildendir.

İşte tasavvuf da bu “ilişkilendirme/yorumlama” geleneğinden nasibini fazlasıyla almıştır. Tasavvuf tarihinde bir ilim olarak tasavvufun diğer ilimleri kendi açısından yorumladığı görülmektedir. “Tasavvufî bakış, tasavvufî yorum/tevil” gibi terkiplerle ifade edilen bu yorumlama, tasavvufla tefsir ve hadis arasında yapılmış ve bir “işarî tefsir ve hadis geleneği” oluşturulmuştur. Bu, Kur’anın baştan sonra işarî olarak tefsir edilmesi veya belli ayetlerin bu şekilde tefsir edilmesi olarak kendini göstermiştir. Bunun detayları ve örnekleri işari tefsir ve hadis araştırmalarına kalmaktadır.

Tasavvufun alaka kurduğu diğer ilimlerden bir tanesi de diğerleri kadar meşhur olmasa da nahiv ilmidir. Tasavvuf tarihinde alimler, tasavvuf ile nahiv arasında ilişki kurarak nahiv ilmini tasavvufî açıdan yorumlamışlar ve bunu gah ilerde zikredeceğimiz müstakil eserlerde gah diğer kitaplarının belli bölümlerinde yapmışlardır. Biz de bu makalede, bu geleneği ve oluşum tarihini örnekler üzerinden inceleyeceğiz. Muvaffakiyet Allah’tandır.

Mahiyet Olarak Tasavvuf-Nahiv İlişkisi

Malum olduğu üzere nahiv bir dilbilgisi ve gramer ilmidir. Amacı, konuşma esnasında her türlü dil hatalarından korunmak olan bu ilim, mahiyet olarak da lafız ve kelimeleri ve bunların oluşturduğu cümle ve kelamı inceler. Klasik nahiv kitaplarında bu ilmin meseleleri amil-mamul-irab veya isim-fiil-harf gibi büyük başlıklarda incelenmiştir.

Diğer taraftan tasavvuf da Farsçada dil kelimesiyle ifade edilen kalp/ruh/nefsin safâsından ve tezkiyesinden bahseder. [2] Amacı Allah’a ve mahlukata karşı yapılan muamelede veya insanın kendi içerisinde hatalardan ve noksanlıklardan kurtulması ve kemal/cemal ile tahalli etmesi olan bu ilim, mahiyet olarak “ilmü’l-ahlak” veya “ilmü’n-nefs” dediğimiz pratik meseleler içerdiği gibi “tasavvuf felsefesi veya düşüncesi” diyebileceğimiz teorik tarafı da vardır.

Nihayetinde dil ile kalbin arasında sıkı bir ilişki olduğu açıktır. Dil kalbin tercümanıdır ve dilin telaffuz ettiği kelimeler/lafızlar ile tercümesi oldukları manalar arasında insanların vaz ettiği itibarî alakadan öte bir alaka vardır. Bu bağlamda tasavvuf alimleri bazı hakikatleri kendilerine vaz olunan kelimelerin harfleri üzerinden yorumlamışlardır. Özellikle tarikatlar döneminde bunu oldukça fazla görmek mümkündür. En başta İbn Arabî’nin (kuddise sirruhu) “Fütûhâtı”nın daha ilk cildinde harflerin mertebeleri ve hakikatlerinden bahsettiği özel bir bölüm vardır. [3]

İşte bu sıkı ilişkiye binaen tasavvuf alimleri der ki, bir insan nahiv ilmini çok iyi bilip bildiği şekilde amel ederek fasih ve doğru şekilde konuşabildikten sonra kalbin nahvini öğrenmeyip doğru şekilde amel edemez ve kalbî/manevî hatalardan korunmazsa bu kişi hüsrandadır.

Nitekim Afrikalı Şâzelî şeyhi Ali b. Meymûn (ö. 917/1511) “İnsanın (diğer insanların nazargâhı olan) dil ve dil ilimlerini talim ve teallüm edip, Allah Teala’nın nazargâhı olan kalbini ıslâh etmeyi öğrenip öğretmemesi ne kadar kötüdür!” der ve daha sonra zamanındaki alimlerin çoğunun bu şekilde olmasından şikâyette bulunur. [4]

Bu çerçevede bazı tasavvuf alimleri nahiv ilmini ikiye ayırmıştır; birincisi zahirî/lügavî nahiv veya dilin nahvi, ikincisi ise manevî/tasavvufî nahiv veya kalbin nahvi.

Birincisinin “isim-fiil-harf” başlıklı meseleleri olduğu gibi ikincisinin de kavil-hal-fiil şeklinde üç başlığı vardır.[5] Dilin nahvi konuşmada hata yapmaktan koruduğu gibi kalbin nahvi de kalbi mezmûm ahlaktan korur.[6] Şimdi tespit edebildiğimiz kadarıyla bu alanda yazılmış eserleri ve incelemelerini zikredelim:

  • Kuşeyrî (ö. 465/1072) “Nahvu’l-Kulûbi’l-Kebîr” ve “Nahvu’l-Kulûbi’s-Sağîr”

Öncelikle Kuşeyrî’nin (rahimehullah) bu konuya yani kalplerin nahvine dair en az bir eseri olduğunu, birçok yazma nüshadan ve kaynaklardan kesin olarak biliyoruz. Birçok kaynak sagîr ya da kebîr kaydı koymadan Kuşeyrî’nin “Nahvu’l-Kulûb” isimli bir eseri olduğunda ittifak halindedir. [7]

Kuşeyrî’nin bu konuda biri sagîr biri kebîr olmak üzere iki eseri olduğunu ise Sübkî (rahimehullah) zikretmiştir.[8] Yazma nüshalardan ise sagîr-kebîr tesmiyeleri olmasa da Kuşeyrî’nin bu konuda iki eseri olduğu anlaşılmaktadır ve bunlardan sagîr olanın nüshaları diğerine nispetle daha fazladır.

Şimdi Kuşeyrî’nin alanında ilk olan söz konusu iki eserini inceleyelim;

1)Nahvu’l-Kulûbi’l-Kebîr”

Hamdele dışında mukaddime içermeyen eser altmış kısa fasıldan oluşur. Her fasılda önce nahvî bir kural veya mesele zikredilmiş daha sonra bu meselenin tasavvuftaki yorumu ele alınmıştır. Bu konuları şöyle sıralayabiliriz;

Nahiv kelimesinin manası (1), kelamın isim-fiil-harf taksimi (2), ismin tanımı (3), müfid olan ve olmayan kelam (4), irab ve bina (5), irab vecihleri (6), bina vecihleri (7), marife-nekre (8), müfret-tesniye (9,10), cem-i salim ve mükesser (11,12), esma-i sitte (13), lazım-müteaddi fiiller (14), efal-i hamse (15), sahih mu’tel ve mudâaf fiiller (16), idğam (17), mübteda (18,20,21,22,23), lafzî-manevî amiller (19), fail-meful (24,25,26,27), muzaf ileyh (28), nakıs fiiller (29), ismini nasb haberini ref eden harfler (30), mazi-muzari-emir (31,32,34), muzariyi nasb ve cezm eden harfler (33), sıfat (35), şart-ceza (36), atıf harfleri (37), hemze-i vasıl (38), harf-i cerler (39), mübtedaya dahil olup amel etmeyen harfler (40), eşya-i sittenin cevabında fâ harfi gelip gelmemesi (41), münada (42,43), gayr-ı mutasarrıf fiiller (44), birçok manası olan harfler (45,47), lâ harfinden sonra mebni olan isim (46), kasem harfleri (48), zarf ve kısımları (49), istisna (50), manası olmayıp sırf tefrik için kelimeye bitişen harfler (51), munsarif ve gayr-ı munsarif (52), ism-i tasgir (53), fiil-i taaccüb (54), hal (55), temyiz (56), üç ile dokuz arası sayılan müzekker ve müennesi (57), ism-i mevsul (58), ism-i mensûb (59), cem-i kıllet ve kesret (60).

Örnek olarak birkaç fasıl zikredelim;

Birinci Fasıl:

Nahvî: Nahiv kastetmek demektir. Nahiv ilmi de doğru kelamı kastetmektir.

Tasavvufî: Kalbin nahvi, kalp ile hamîd (övgüye layık) olan sözü kastetmektir. Kavl-i hamîd de kalp diliyle Hakk’a muhatap olmaktır.”[9]

Yedinci Fasıl:

Nahvî: Amillerin değişmesiyle mureb kelimenin ahiri değişir, mebni ise hep tek sîga üzeredir.

Tasavvufî: Kulun sıfatları da böyledir; kimisi tesiri ve değişikliği kabul ederken, kimi sıfatları ise tahvil ve tebdili kabul etmez. Birincisi kulun kendi gayreti ve çalışmasıyla elde ettiği sıfatlarken ikincisi Allah’ın kulunda tabîî ve ahlâkî olarak yarattığı sıfatlardır.”[10]

Burada mureb, bir halden başka bir hale yükselerek veya bir vasıftan başka bir vasfa intikal ederek değişmek anlamına gelen “telvîn”e, mebni ise vuslata ermek ve değişikliğin zail olup sabitliğin meydana gelmesi anlamındaki “temkin”e işaret olabilir. [11]

On Birinci Fasıl:

Nahvî: Cem-i sâlim, yapılırken müfredinin vezni bozulmayan cemilerdir. Cem-i mükesser ise, vezni bozulan cemilerdir.

Tasavvufî: Aynı şekilde tasavvufta da cem‘ halini elde ederken kişi, hakikat ölçülerini ve şeriat hudutlarını aşmazsa bu kişinin cem‘i cem-i sâlimdir, aşar ise cem-i mükesserdir.”[12]

Burada zahirî ve şer’î ilimleri tahsil edip Kur’an’ı, sünneti ve Ehl-i Sünnet itikadını iyi bilerek yola çıkan bir salikin yolculuğu, çoğul olmak üzere müfretten cemi’ye doğru yolan çıkan kelimenin yolculuğuna benzetilmiştir. Müfret bir kelime cemi olmadan önce vezni onun aslıdır ve cemi olduktan sonra bozulmazsa ancak salim kalabilir. Keza şeriatı öğrendikten sonra yolan çıkan bir tasavvuf yolcusu, makamları kat ederken ve muhtelif haller yaşarken aslı ve müfredi olan şeriata aykırı bir şey vuku bulursa kırılır ve cem-i mükesser olur. Ebu Saîd el-Harrâz’ın (kuddise sirruhu) “zahire muhalif olan her batın batıldır”[13] sözünü bu çerçevede yorumlayacak olursak “müfredine (aslına, şeriata) muhalif olan her cemi (mürit) mükesserdir (kırıktır, sapmıştır)” şeklinde olacaktır.

Elli Dördüncü Fasıl:

Nahvî: Bir şeyin sıfatı seni şaşırttığı zaman onun ismini fiil-i taaccüb ile nasbedersin, zira nasb/fetha ismin hareke bakımından en zayıf halidir.

Tasavvufî: Aynı şekilde (taaccüb ile aynı kökten gelen) uçup/i‘câb (kendini beğenme) insana arız olduğu zaman o kişi (hal ve makam açısından) en zayıf hale gelir. Zira i‘câb afetlerin en kötüsüdür.”[14]

Bu metaforun temeli iki kelime arasındaki etimolojik alakadır. Yani nahivdeki taaccüp ile tasavvufta mezkur kötü hasletlerden biri olan “i‘câb” arasında sadece iştikakta bir alaka vardır, yoksa manaları birbirinden farklıdır. Bu açıdan söz konusu teşbih, her ne kadar bu konuda tek olmasa da iki katmanlı olması itibarıyla diğerlerinden farklıdır.

Kuşeyrî’nin, “Nahvu’l-Kulûbi’l-Kebîr” isimli eserinin bir nüshasının ilk sayfası.

İnebey Yazma Eser Kütüphanesi, Haraççıoğlu Koleksiyonu, nr. 109, vr. 17.

2) “Nahvu’l-Kulûbi’s-Sağîr”

Yazma nüshalarda “en-Nahvu’l-Müevvel”[15], “Nahvu’l-Kulûb[16] diye de kaydedilen eser, bir önceki eserin sagîri (küçüğü) olarak yine “Nahvu’l-Kulûb” ismiyle basılmıştır.

Ehl-i ibare – ehl-i İşare mukabelesi yaparak başlayan eser, nahiv kelimesinin “kasıt” manasına geldiğini zikreden bir mukaddimeden sonra 17 bab içermektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz;

Kelamın kısımları (1), isim kelimesinin iştikakı (2), sahih-mu‘tel isim (3), gayr-ı munsarif (4), irab-bina (5), marife-nekre (6), mübteda (7), mazi hal ve müstakbel fiiller (8,9), fail-meful (10), hal (11), temyiz (12), bedel (13), sıfat (14), atıf harfleri (15), tekit (16), harf-i cerler(17).

Bu eserden de birkaç örnek zikredelim;

Dördüncü Bab:

Nahvî: Bir ismi gayr-i munsarif yapan dokuz tane illet vardır.

Tasavvufî: Aynı şekilde müridin sakınması gereken illetler (hastalıklar) vardır. Şöyle ki;

  • Cem‘: Müridin dünya malı toplamayı ve insanların kendi çevresinde toplanıp ona iltifat etmelerini sevmesi.
  • Vasf: (gerçekte hayırlı olmasa bile insanlar katında) hayırla bilinip kendisinden iyi söz edilmesinin hoşuna gitmesi.
  • Te’nîs: Zayıf azimetli olması ve rezil işlere rıza göstermesi.
  • Marife: Allah’ın kendisi üzerinde olan nimetini bilip şükürde kusur etmesi.
  • Ucme: ilmini gizleyerek Allah’ın nimetini ihmal etmesi.
  • Adl: Doğru yoldan dönmesi.
  • Terkip: Fiillerine cahiliye işleri karıştırması.
  • Elif: (ben demek olan) “ene” kelimesinin elifidir. Nun: azamet harfidir. (kibir temsil ediliyor).
  • Vezn-i fiil: Müridin fiillerini kendisi yapmış gibi tartarak kendini beğenmesi.

Şayet müritte bu illetlerden ikisi bulunursa o kabul edilmeye munsarif olamaz ve vusul kapısından mahrum kalır.”[17]

Beşinci Bab:

Nahvî: Bina bir kelimenin hep aynı hal üzere olması demek iken, irab ref, nasb, hafd (cer) ve cezm arasında değişiklik olması demektir.

Tasavvufî: Bil ki, irab halden hale değişiklik gerektirdiğinden tasavvufta bidayet (başlangıç) ehline layıktır. Bina ise temekkün ve sükûn gerektirdiğinden nihayet (son) ehline layıktır ki birincisine telvin, ikincisine temkin derler. Ayrıca irabtaki ref, nasb, hafd ve cezm şu dört şeye işarettir;

  • Ariflerin himmetlerini Allah’a yükseltmeleri (ref‘)
  • Abidlerin bedenlerini Allah’a itaatte nasbetmesi (nasb)
  • Zâhitlerin tevazu ile kendilerini alçak görmeleri (hafd)
  • Sevenlerin kalplerindeki Allah’tan başkasıyla olan alakayı kesmeleri (cezm).”[18]

Onuncu Bab:

Nahvî: Cümlede bir tane merfû fail olur, birden fazla fail olması caiz değildir. Mefuller ise birkaç tane olabilir.

Tasavvufî: Mefuller âlem gibidir. Âlemdeki her şey nasb tesiri gören mefuller gibi tek ve yüce (merfû) olan fail bir zat tarafından tesir görmektedir. Müşahede ettiğimiz bu mefuller var ise bunlara tesir eden ve tek olması zorunlu olan bir fail de olmalıdır. [19]

Kuşeyrî’nin, “Nahvu’l-Kulûbi’l-Sagîr” isimli eserinin bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu, nr. 2040, vr. 68-72

Kuşeyrî’nin, “Nahvu’l-Kulûbi’l-Sagîr” isimli eserinin bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Koleksiyonu, nr. 1292, vr. 42-44.

Kuşeyrî’nin, “Nahvu’l-Kulûbi’l-Sagîr” isimli eserinin bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Koleksiyonu, nr. 1771, vr. 2-4.

Kuşeyrî’nin, “Nahvu’l-Kulûbi’l-Sagîr” isimli eserinin bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 133399, vr. 41-43.

Kuşeyrî’nin, “Nahvu’l-Kulûbi’l-Sagîr” isimli eserinin bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Teymûriyye Kütüphanesi, Tasavvuf Koleksiyonu, nr. 196, vr. 2-12.

Özetle İmam Kuşeyrî (rahimehullah) aynı konuda iki risale yazmıştır. Biri kebîr olmasının gereği olarak diğerinden daha fazla mesele içermektedir. Nahvî bir mesele ya sadece “kebîr”de mezkurdur ya da her ikisinde. İrab-bina, marife-nekre gibi her ikisinde de söz edilen konular olsa da yorumları birbirinden farklıdır. Dolayısıyla bu iki eser, birbirinden farklı özgün iki risaledir.

  • İbn Gânim el-Makdisî (ö. 678/1280), Telhîsu’l-İbâre

23 sayfalık kısa bir risale olan bu eser, Kuşeyrî’den sonra bu konuya dair yazılmış ilk eserdir. Eserde hamdelenin ve kitap isimlendirilmesinin yapıldığı kısa mukaddimeden sonra gelen 18 bab sırasıyla şunlardır;

Kelam ve kısımları (1), isim ve iştikakı (2), isim ve kısımları (3), munsarif ve gayr-ı munsarif (4), irab-bina (5), mübteda-haber (6), fiiller ve kısımları (7), fail-meful (8), hal (9), temyiz (10), bedel (11), sıfat (12), atıf (13), tekit (14), harf-i cerler (15), lâ-ı nâfiye ve sırları (16), muhtelif lafızlar (17), mendûb (18).

Eserde en çok göze çarpan husus, yukarıda zikrettiğimiz Kuşeyrî’nin “sagîr”i ile büyük ölçüde benzerlik arz etmesidir. Öyle ki müellifin ve kitabın isminin geçtiği ibareler dışında mukaddimeleri tıpa tıp aynıdır. Böylesi bir benzerlikle başlayan eser, konularda ve genel tertipte yine söz konusu risaleye benzese de bazı ziyadeler ve yorum farklarıyla ondan ayrışır. Sonuç olarak eserin, Kuşeyrî’nin “sagîr”i esas alınarak yazılmış müstakil bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Bu eserden de birkaç örnek verelim;

İkinci Bab:

Nahvî: İsim kelimesi, kimisine (Basralılar) göre yücelik anlamındaki “sümüvv” kelimesinden, kimine göre ise (Kûfeliler) alamet anlamındaki “simet” kelimesinden türetilmiştir.

Tasavvufî: İşte bunun gibi Allah’ın da mahlukatın da isimleri vardır. Lakin mahlukatın ismi “simet” kelimesinden müştak iken, Allah’ın isimleri “sümüvv” kelimesinden müştaktır.”[20]

On Üçüncü Bab:

Nahvî: Vâv harfi atıf içindir. Atıf, sonraki kelimeyi önceki kelimeye hükmen ilhak eder.

Tasavvufî: Vâv harfi seven ile sevilen arasında bir vasıta ve onların kavuşmaları için bir köprüdür. “Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler” ve “Allah onlardan razı oldu ve onlar da Allah’tan razı oldu” ayetlerindeki vâv harfi (“ve” kelimesi) buna işarettir.”[21]

[1] Bkz. Fahreddîn er-Râzî, Şerhu Uyûni’l-Hikme, Thk. Ahmed Hicâzî Ahmed es-Sekâ, Müessesetü’s-Sâdık, Baskı: 1, Tahran, II/3.

[2]  Bkz. el-Kelâbâzî, et-Taarruf, Thk. Ahmed Şemseddin, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Baskı: 1, 1993, Beyrut, s. 10.

[3]  Bkz. İbn Arabî, el-Fütûhât, Thk. Abdülaziz Sultan el-Mensûb, el-Meclisü’l-A‘lâ, 2017, I/245.

[4]  Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 2251, vr. 4b.

[5] Bkz. İbn Gânim el-Makdisî, Telhîs, Thk. Dr. Hâlid Zehrî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Baskı: 1, 2006, Beyrut, s. 21.

[6]  Bkz. Ali b. Meymûn, a.g.e, vr. 8a.

[7] Bkz. Zehebî, Siyer, Thk. Şuayb el-Arnâût, Müessesetü’r-Risale, Baskı: 3, 1985, XVIII/229, Şemseddin es-Sehâvî, İrşâdü’l-Ğâvî, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Koleksiyonu, nr. 2950, vr. 19a, Suyûtî, Tabakâtu’l-Müfessirîn, Thk. Ali Muhammed Ömer, Mektebetü Vehbe, Baskı: 1, Kahire, s. 74.

[8]  Bkz. Sübkî Tâceddîn, Tabakât,  Thk. Mahmud Muhammed ve Abdülfettah Muhammed, Hecer, Baskı: 2, V/95.

[9]  Bkz. el-Kuşeyrî, Nahvu’l-Kulûbi’l-Kebîr, Thk. Ahmed Alemeddin el-Cendî ve İbrahim Besyûnî, Baskı: 1, 1994, Kahire, s. 37.

[10] Bkz. a.e, s. 44.

[11]  Bkz. el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, Thk. Enes Muhammed Adnan eş-Şerfâvî, Daru’l-Minhâc, Baskı: 3, 2020, s. 275.

[12]  Bkz. el-Kuşeyrî, , Nahvu’l-Kulûbi’l-Kebîr, s. 50.

[13] Bkz. el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 176.

[14]  Bkz. el-Kuşeyrî, , Nahvu’l-Kulûbi’l-Kebîr, s. 98.

[15]  Bkz. Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu, nr. 2040, vr. 68, Yazma Bağışlar Koleksiyonu, nr. 1292, vr. 42.

[16]  Bkz. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Koleksiyonu, nr. 1771, vr. 2.

[17] Bkz. Kuşeyrî, Nahvu’l-Kulûbi’s-Sagîr, Thk. Ahmed Alemeddin el-Cendî, el-Hey’etü’l-Mısriyye, 2008, s. 125,126.

[18]  Bkz. a.e, s. 127-129.

[19]  Bkz. a.e, s. 130,131.

[20] Bkz. İbn Gânim, Telhîs, s. 22.

[21]  Bkz. a.e. s. 35.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu