AkaidFıkıhMakaleler

Usul-i Fıkıh ile Kelam İlmi Arasındaki Bağlantı

Kelam İlminin Ehemmiyeti

İslamî olan bütün ilimler kelam ilmine muhtaçtır. Şöyle ki, mesela fıkıh, usul-i fıkıh, tefsir, hadis gibi bütün ilimlerde Kur’an ayetleri, Rasûlullâh’ın (sav) sünnetleri ve icma müsellem birer delil olarak kullanılır. Kur’an ve sünnettin müsellem kabul edilmesine bağlı olan; Allah’ın (sâni’in) varlığı, o sâniin irade sahibi olması, Allah’ın peygamber göndermesi ve onlara vahiyde bulunması, o vahiyde bulunan emir ve yasakların mülzim olabilmesi, peygamberlerin masum olup kavil ve fiillerinin delil olabilmesi gibi birçok mesele kelam ilminin konusudur. Bu ve benzeri meseleler kelam ilminde konuşulur, tartışılır, delillendirilir, gelen itirazlara cevap verilir ve usulcü, fakih, müfessir ve muhaddislere müsellem birer mebâdî (temel, ilke) olarak teslim edilir. Onlarda bu mebâdîleri alıp kendi ilimlerine ait cüziyyâta tatbik ederler. Tekrardan her meseleyi kelamî konulara kadar taşımazlar. Buna göre mütekellim, fakihin, usulcünün, müfessirin, muhaddisin istinbattan önce asıl olarak kullandığı delillerin müdafiidir.

Cürcânî, kelamın, diğer bütün şer’î ilimlerin esası oluşunu şöyle izah eder: “… âlim, kâdir, mükellif, peygamberler gönderen, kitaplar indiren bir sâniin varlığı sabit olmadan tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh ilimlerinin varlığı tasavvur edilemez. Bütün bunlar kelam ilmine bağlıdır, kaynağını ondan alırlar.”[1]

Mesela fakih “abdestte başı mesh etmek farzdır. Çünkü Allah abdest ayetinde ‘başınızı mesh edin’ buyurmuştur” deyip bırakır. Ayrıca her defasında Allah’ın var olduğunu, peygamber göndermesinin mümkün olduğunu, peygamberine gönderdiği kitapta emir ve yasaklar koyabileceğini, o emir ve yasakların vucûb ve hürmet (haramlılık) ifade edebileceğini dile getirmez. Çünkü bunların hepsi onda müsellem birer mebâdîdir.

Bundan dolayı İmam Gazali bu meseleyi izah sadedinde ilimleri tasnif ederken dînî ilimleri, küllî ve cüz’î olarak ikiye ayırır ve küllî olan ilmin sadece kelam olduğunu, usul, fıkıh, tefsir ve hadis gibi sair ilimlerin ise cüz’î olduğunu ifade eder.[2]

Asleyn: Usûl-i Dîn ve Usûl-i Fıkıh

Her ikisine birlikte asleyn/usuleyn denilen usûl-i dîn ve usûl-i fıkıh birbirlerini tamamlayan iki ilimdir. Yani kelam ilmi, usûl-i fıkhın ayrılmaz parçalarından biridir. Kelam ilminin asılları olmadan usul-i fıkıh inşa edilemez. Birçok usul-i fıkıh meselesi, itikadî meseleler üzerine bine edilmiştir.[3] Bundan dolayı Alâeddin es-Semerkandî şöyle demektedir: “Usul-i fıkıh ilmi ve hükümler kelam usulü ilminin fer’idir. Fer’, asıldan doğandır. Asıldan doğmamış bir fer’, o aslın neslinden değildir. Dolayısıyla usul-i fıkıh eserlerinin, musannifin itikadına göre yazılması zaruridir. Usul-i fıkıh alanında tasnif edilen eserlerin çoğunluğu, bize usulde muhalif olan Mutezile’ye ve füruda muhalif olan ehl-i hadise iattir.”[4] Yani usul-i fıkıh telif eden herkes, kendi itikadî görüşüne göre telif etmiştir; Mutezilî olanlar kendi itikatlarına göre, Eşarî ve Maturidiler de kendi görüşlerine göre yazmışlardır.[5]

İmam el-Pezdevî, usul kitabında Hanefi mezhep imamlarının ve onların ashabının ekserisinin ne Mutezile, ne de Kaderiyye, Cebriyye, Râfiziyye, Hâriciyye, Müşebbihe ve Mür’cie[6] gibi ehl-i hevâya meyil etmediklerini net bir şekilde ifade etmiştir.[7] Bunu da onların fürudaki görüşlerinden yola çıkarak ispat etmiştir. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi füru usule, usul ise itikada bağlıdır. Sığnâkî ve Abdülaziz el-Buhârî, Usûlu’l-Pezdevî üzerine yazdıkları şerhlerinde misalleriyle beraber bu meseleyi çok güzel bir şekilde izah etmişlerdir.[8]

Usul ilmi sadece fıkhın asıllarını öğrenmek için elde edilen bir ilim değildir. Bilakis fıkıh, kelam gibi delaletlerin bulunduğu bütün ilimlerin anlaşılması için bir fikir usulü diyebileceğimiz bir ilimdir. Yani usul ilminin kaideleri nasıl ki fıkhın cüz’î delilleri üzerine tatbik ediliyorsa aynı şekilde kelamın da cüz’î delilleri üzerine tatbik edilir. Başka bir deyişle; fukaha usul kaidelerine muhtaç olduğu gibi mütekellimin de bu kaidelere muhtaçtır.[9]

Hüsün-kubuh,[10] in’âm edene şükretmenin vacip olup olmadığı, şeriat gelmeden önce eşyanın hükmü, kendisine tebliğ ulaşmamış kişilerin hükmü gibi birçok kelamî mesele usul-i fıkıhta incelenmiş, kelam, usul-i fıkhın büyük bir bölümü haline gelmiştir. Hatta Bâkıllânî, Cüveynî, Gazâlî gibi alimler usûl’id-dîn ve usul-i fıkhı iç içe geçirmişler ve zamanla bu iki ilim birbirinden ayrılamaz duruma gelmiştir.

Özellikle Mutezilî ve Eşarî usulcülerin, eserlerinde birçok kelamî meselelere yer vermelerinden ve usul meselelerine ekseriyetle kelam cihetinden bakmalarından dolayı bu metotta yazılmış eserlere “mütekellimin metodu” denilmesi, kelam ile usul ilminin ne derece ilişkili olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir.

Bu malumatları okuduktan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: Usul-i fıkıh ilmi tamamen kelam ilminin bir uzantısı olup onun bir alt dalı mıdır, yoksa kelamla ilişkisi kuvvetli olsa da müstakil bir ilim dalı mıdır?

Kelam ile usul-i fıkıh arasındaki ilişki hakkında üç farklı yaklaşım söz konusudur:[11]

Birinci Yaklaşım: Usul-i Fıkıh ile Kelam Arasındaki Kuvvetli Bir Münasebet Yoktur

Bu yaklaşıma göre bu iki ilim arasında tayin edici bir münasebet yoktur. Bu görüşteki ulemanın, usul kitaplarında genellikle akıl ve felsefenin ağır bastığı kelam yerine, dinin değişmeyen akide esaslarını ortaya koyan daha dar kapsamlı usûlü’d-dîni benimsedikleri görülür. Kelamdan uzak, fıkıh ağırlıklı bir usul-i fıkıh üzerine yoğunlaşmışlardır. Şu halde usul-i fıkıh bunlar nazarında yalnız fıkıhla bağlantılı bir ilim olup kelamla ilgisi olmadığı gibi başka bir ilmin de dalı değildir. Fıkıh ile usûlü’d-dîn İslam’ın temel iki ilmidir. Zira İmam Serahsî bu hususta şöyle der: “İki çeşit ilim vardır: tevhid ve sıfatlar ilmi ile fıkıh ve şeriatlar ilmi.”[12] Benzer ifadeleri Nesefî de Keşfü’l-esrâr adlı eserinde kullanmaktadır.[13]

Bu yaklaşıma misal olarak Hanefi usulcülerden Debûsî, Pezdevî ve Serahsî verilebilir. Şafiîlerden Ebu’l-Muzaffer es-Sem’ânî ile Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Hanbelilerden İbn Akîl, Mutezileden Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, Zahirilerden İbn Hazm ve Şiadan (İmâmiyyeden) Şerîf el-Murtezâ de benzer yaklaşımlara sahiptirler.

Mesela Ebu’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-Mu’temed adlı usul kitabını yazma sebeplerinin başında kelam ilmini usul ilminden ayırma gayesi gelmektedir. Mezkur eserinde şöyle der: “Her bahsin ait olduğu bir ilim vardır ve ilimleri birbirine karıştırmamak gerekir. Ayrıca bu gibi kelam bahislerini usul-i fıkha ait bir kitapta okuyan kişi, eğer bu meselelere vakıfsa, buradaki kısa izahatlardan istifade edemeyecektir. Eğer vakıf değilse, onları buradan öğrenmek çok güç olacak ve boş yere yorulacaktır. Öyleyse kelam konularını usulden ayırmak lazımdır.”[14]

Sem’ânî ise, kelam ilmini takdir edip onu “aslu’l-usûl” olarak nitelemekle beraber, kapsamı sınırlı olan bir ilim olduğunu, buna karşılık fıkhın meselelerinin sınırsız olduğunu söyler. Ayrıca kelamcıların fıkha yabancı oldukları için usul eserlerinde fukahanın istidlal metodundan saptıklarını ifade etmek suretiyle usul-i fıkhı kelama ircâ etme çabasını eleştirmektedir.[15] İbn Akîl ise şöyle der: “Usûlü’d-dîn alimlerine fukaha ismi verilmez. Çünkü onlar şer’î hükümleri bilmezler. Bunların ilmi, usul-i fıkıh diye de nitelenemez.”[16]

Merdâvî, bazı usulcülerin mübalağa ederek eserlerine Yahudilerin, Hristiyanların, sûfestâilerin, Sümenîler’in, Berâhime’nin, mülhidlerin ve diğer fırkaların görüşlerine yer verdiklerini belirtir.[17]

Bu yaklaşımı esas alarak usul kitabı telif eden alimler, fıkıhçı kimlikleriyle bu kitapları telif ettiklerinden, eserleri kahir ekseriyetle fıkhî meseleleri içermektedir, kelâmî meseleler çok azdır.

İkinci Yaklaşım: Usul-i Fıkıh, Kelam İlminin Alt Dalıdır

Bu yaklaşıma göre usul-i fıkıh, kelam ilminin bir alt dalı ve uzantısıdır. Buna göre kelamda benimsenen yaklaşım, usul-i fıkıhta yapılacak tercihlerde belirleyici rol oynayacaktır.[18] Yani usul-i fıkıh meseleleri kelâmî yaklaşımlarla temellendirilir.

Bu yaklaşım, genel olarak İmam Gazâlî öncesinde eser veren ve belirli bir kelam mezhebini benimseyen usulcüler tarafından temsil edildiğini söylemek mümkündür. Ayrıca hicrî V. asırda usul-i fıkıh eserlerinin genellikle kelam mezhepleri temelinde kaleme alındıkları bilinen bir gerçektir.[19] Hanefilerden Alâeddin es-Semerkandî’yi de bu gruptan saymak mümkündür. Zira geride de naklettiğimiz üzere Semerkandî açıkça, usul-i fıkıh ve ahkamın, kelam ilminin fer’î olduğunu ifade etmektedir.[20] Bundan dolayı Semerkandî’yi, Hanefilik içinde bir mütekellimin ekolu ortaya çıkarmak isteyen usulcü olarak görmek mümkündür.[21]

İbn Rüşd’ün, Bidâyetü’l-müctehid adlı eserinin dört ayrı yerinde[22] usul-i fıkhı, “fıkhî kelam” «الكلام الفقهي» diye isimlendirmesi kendisine mahsus bir kullanımdır. Öyle zannediyorum ki İbn Rüşd, bu istilah ile usul-i fıkhın kelam ilmine yakınlığını, hatta metot olarak birebir aynı olduğunu, ancak ikisi arasındaki farkın; kelam ilminde akâidî meselelerin, usul-i fıkıhta ise fıkhî meselelerin incelendiğini ifade etmek istemiştir. Bu sebeple usul-i fıkha el-kelâmü’l-fıkhî demiştir. Buna göre akait/kelam ilmine de el-kelâmü’l-akâidî (veya el-kelâmü’l-akadî) denilmesi gerekecektir. İbn Rüşd’ün, namaz kılmanın yasak ve mekruh olduğu vakitleri izah ederken söylediği “Biz, kelâm-i fıkhî hakkında olan kitabımızda amel-i ehli’l-Medine’den ve onun delil olma kuvvetinden bahsetmiştik. Ki kelâm-i fıkhî ilmi, usul-i fıkıh diye bilinir”[23] ifadesi, bu ifadeyle usul-i fıkhı kastettiğini açıkça bildirmektedir.

Kadı Abdülcebbâr ve Abdülkâhir el-Bağdâdî usul-i fıkhı, kelamın bir alt dalı haline getirmeyi hedeflemişlerdir. Buna şiddetle karşı çıkan İbn Akîl, bu iki alimin yaptığının tam tersini yapmış ve usûlü’d-dîni, daha geniş olan usûlü’l-fıkh içine yerleştirmiştir.[24]

Üçüncü yaklaşım: Usul-i Fıkıh, Mertebe Olarak Kelam ile Fıkıh Arasında Bir İlimdir

Felsefe-mantık dilini kullanan ve hangi kelam ekolünü kabul ederse etsin, bütün ilimler arasındaki hiyerarşiyi kabul eden alimlerin görüşüdür. Buna göre bir ilmin mertebesi, mevzuunun kapsamına göredir. Kelam ilmi, bütün şer’î ilimlere mebde’lerini verip bunları ispat ettiğinden ve mevzuu en kapsamlı olduğundan, ilimler arasında en yüksek olanıdır. Usul-i fıkıh ise mertebe bakımından kelam ile fıkıh arasında yer alır. İlkinden temel ilkelerini elde ederken, ikincisine ilkelerini vermektedir.[25] Urmevî, usul-i fıkhın; bidayetle nihayetin, dirayet ile rivayet ilimlerinin (yani kelam ile fıkhın) arasındaki vasıta olduğunu söyler.[26] Sübkî ise bu meyanda, usul-i fıkhın “usûl” dediği kelam ile “füru” dediği fıkıh arasında bulunduğunu, bunlardan ilkinden istimdâd ettiğini, ikincisine imdad ettiğini belirtmektedir.[27]

İmam Gazâlî ile başlayan bu yaklaşım daha sonraki birçok usulcü tarafından benimsenmiş ve geliştirilmiştir.


[1] Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkif, I, 51.

[2] Gazâlî, el-Mustesfâ, I, 12.

[3] Mahmud Abdurrahman, Târihu ilmi usûli’l-fıkh, s. 37.

[4] Semerkandî, Mîzânu’l-usûl, I, 121. Semerkandî’nin ifadesi şöyledir: «إن علم أصول الفقه والأحكام فرعٌ لعلم أصول الكلام. والفرعُ ما تفرَّعَ من أصله، وما لم يَتفرَّعْ منه فليس من نسله. وكان من الضرورة: أن يقع التصنيف في هذا الباب على اعتقاد مصنف الكتاب».

[5] Mahmud Abdurrahman, Târihu ilmi usûli’l-fıkh, s. 32, 37.

[6] Abdülazîz el-Buhârî, ehl-i hevânın altı kısım olduğunu söyledikten sonra bu mezhepleri zikretmiştir. Bak. Keşfu’l-esrâr, 1,20.

[7] Bkz. Usûlu’l-Pezdevî, s. 90.

[8] Sığnâkî, el-Kâfî şerhu’l-Pezdevî, I, 162; Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-esrâr, I, 20.

[9] Bkz. Saîd Fûde, Rûhu’l-usûl, 5.

[10] İbn Rüşd, hüsün-kubuh meselesiyle ilgili görüş belirtmenin usul-i fıkıh ilmiyle alakası olmadığını ifade eder. İbn Rüşd, ez-Zarûrî, s. 42.

[11] Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s. 145-157.

[12] Serahsî, el-Mebsût, I, 70. Burada “fıkıh ve şeriatler” ilmi ile kastedilen fıkıh ve usul-i fıkıhtır.

[13] Nesefî, Keşfü’l-esrâr, I, 4.

[14] Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu’demed, I, 7.

[15] Sem’ânî, Kavâtiü’l-edille, I, 17.

[16] İbn Akîl, el-Vâzih, s. 2; Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s. 148-149.

[17] Merdâvî, et-Tahbîr, I, 129.

[18] Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s. 147.

[19] Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s. 150.

[20] Bkz. Semerkandî, Mîzânu’l-usûl, I, 121.

[21] Murteza Bedir, Fıkıh, Mezhep ve Sünnet, s. 22.

[22] Bkz. Bidâyetü’l-müctehid, s. 70, 71, 86 ve 98.

[23] İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, s. 98.

[24] Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s. 152.

[25] Köksal, Fıkıh Usulünün Mahiyeti ve Gayesi, s. 147, 153.

[26] Urmevî, et-Tahsîl, I, 224.

[27] Sübkî, el-İbhâc, I, 17.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu