MakalelerTasavvuf

“Râbıta”nın Delilleri -3-

“Râbıta”nın Delilleri -2 yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Râbıta Muhabbetten İbarettir

Râbıta muhabbetten ibarettir ve her muhabbet de bir râbıta sayılır. İlahî aşkın da kaynağı râbıtadır. Mürid, şeyhini Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i sevdiği için sever. Zira Allah aşkı Peygamber sevgisinden başlar, Peygamber sevgisi de evliyâ sevgisinde yatar.[1]

Allah için sevmenin önemi anlaşıldığında, râbıtanın manası da tamamen anlaşılmış olur. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“Biriniz beni çocuğundan, anne babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman elmiş olmaz.”[2]

Bir hadis-i kudsîde de Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Benim için bir mecliste oturanlara, Benim yolumda harcayanlara Benim için buluşanlara sevgim hak olmuştur.”[3]

Diğer bir hadis-i şerifte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“Allah rızâsı için birbirlerini sevenler, Arş’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı o günde, Allah’ın Arşı’nın gölgesinde nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Onların mekânlarına peygamberler ve sıddıklar gıpta ederler.”[4]

Peygamberimizi sevmemek küfür olur ki, işte sadece bu korkudan dolayı çoğu müslüman, O’nu sevdiğini söyler. Sadece sözde kalan ve bâzı korkulara bağlanan sevgi, gerçek sevgi olmadığı gibi, bu tür bir muhabbet, zevk ve riyâdan başka bir şey de değildir. Zira gerçek muhabbetin ölçüsü, kalpte bıraktığı tesir miktarı kadardır. Kalpte hiçbir tesiri olmayan muhabbetle yapılan râbıta ise kuvvetsiz olur.[5]

Peygamberi güzelce tanıyıp sevebilmek için de kâmil bir mürşid arayıp bulmak ve onu sevmek, bu sevgiyi günden güne artırmak gerekmektedir. Bu sevgi de öyle bir sevgi olmalı ki, kişinin kendi nefsinden dahî üstün olmalıdır. Sâlik, bu sevginin aşka dönüşebilmesi için gitgide sevgisini artırmalıdır. O, cihânın nûrunu öyle sevmeli ki sâlikin gönlünde o derecede başka bir sevgi ve muhabbete de hiçbir engel kalmasın. İşte râbıtanın aslı, hakikati budur ve râbıta tamamen muhabbetten oluşmaktadır.[6]

Salih Kulların Arasına Girmek ve Vesile Aramak

“Artık hemen gir (salih) kullarımın içerisine! Böylece (buyur) gir cennetime!” (Fecr: 29-30)

Bu âyet-i celilenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere dünyada, Allah Tealâ’ya mahsus olan özel kulların arasına girmek, ahirette cennetlere girmeğe vesiledir. Tabi ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün değilse de, râbıtadan ibaret olan manevî beraberlik, ehli için müyesserdir.

Nitekim Mevlâ Teâlâ:

Ey iman etmiş olan kimseler! Allâh’tan hakkıyla sakının (da O’nun kullarına eziyet etmeyin)(emirleri tutmak, yasaklardan kaçmak ve dostlarını sevmek gibi amellerle sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile(ler) arayın ve (Allâh Teâlâ’nın görünen görünmeyen tüm düşmanlarıyla harp etmek üzere) O’nun yolunda cihat edin, tâ ki siz (dünya ve âhirette saâdet ve) felâha kavuşabilesiniz!
(Mâide: 35)

Bu âyet-i kerîme müminlere, kulu Rabbine yaklaştıracak vesile aramasını emretmektedir. Râbıta da bu vesilelerden biridir. Zira kişi, şerîatle bezenip takva üzere yaşar, Allah’a ulaşmak için mürşid gibi bir vesile arar ve Allah yolunda mürşidin gösterdiği yol üzere nefis ve şeytanla savaşırsa, Allah’a vasıl olup muradına erebilir.

İsmail Hakkı Bursevî âyette zikredilen vesileyi hakikat alimleri ve tarikat meşayıhı olarak tefsir eder. Mürşidin işareti, peygamberler ve velilerin gösterdikleri yol doğrultusunda amel etmek, nefsin varlığı ve benliğinden kurtatır, Allah Teâlâ ile arasındaki perdeleri kaldırır ve talibi Rabbine ulaştırır. [7]

Muhammed ibn Abdullah el-Hânî, el-Behcetü’s-Seniyye isimli eserinde der ki:

“Allah’a yaklaşmaya vesile arayın” (Mâide, 35) âyetindeki vesileden maksat, râbıta olmayabilir” denilirse deriz ki: “Evet, söz konusu âyetin manası umumidir. Fakat emredilen şey, vesiledir. Vesilelerin en faziletlisi ise râbıtadır. Zira vesile, ya Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimizdir ya da onun vârisi ve vekili olan kâmil velilerdir. Sonra Allah Teâlâ,

“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (Âl-i İmrân, 31) buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerimede râbıtanın zaruretine işaret vardır. Çünkü tâbi olmak, tâbi olunan kimseyi görmeyi gerektirir. Bu görüş ya hissî ya da mana yolundan hayal etmekle olur. İşte râbıtadan maksadımız budur. Aksi halde ittiba gerçekleşmez.

Allah yolunda sülûk eden bir sâlik, daha işin başında Rabb’ini tanıyacak güce sahip değildir ki kendisiyle Allah arasında vasıta olan mürşidi aradan kaldırıp atabilsin. Çünkü Rabb’ini tanımayan bir kimse, O’nu kalbiyle müşahede edemez. Bu durumda Rabb’ini sonradan yaratılmış bir mahlûk olarak düşünmeye kalkar ve neticede küfre düşer.

Biz, müridin aradan vasıtayı kaldırıp Rabb’i ile olmasına karşı değiliz. Müridin, doğrudan Rabb’inin huzurunda olması en mükemmel olanıdır. Fakat yakînen ve tecrübeyle biliyoruz ki mürid henüz işin başında buna güç yetiremez. Zira kalbe gelen bütün düşünceler ve tüm maksatların ne olduğunu ancak ârifler bilir, cahiller bilmez.[8]

Vesileden murad amel-i sâlihdir denilirse deriz ki amel-i sâlih için, ihlas gereklidir. İhlâs için de kalbin arındırılması şarttır. Kalbin arındırılması için de Allah Teâlâ’nın feyzinin kalbe girmesi gerekir. Bunun için de en hızlı yol, mürşidin kalbine kalbi rabt edip, mürşidin haliyle hallenmektir. Zira mürşid, Kur’ân’ın emir ve yasaklarına, Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in sünnetine sıkı sıkıya sarılarak, Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmış ve kalbi tertemiz kimsedir.

Tâbi olmak, sûrette ve manada, tâbi olunan zâta benzemektir. Bu benzeme, o zâtı düşünmeden, kalbi ona bağlamadan mümkün olmaz. Dolayısıyla dînin ikinci temel dayanağı olan sünneti işleyerek Peygamber’e tâbi olmada bizzat râbıta söz konusudur. Gönlü, fikri Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e bağlamadan, O’nun sünneti üzere yaşamak mümkün değildir.

“Sanki Musa’ya (Aleyhisselam) Bakar Gibiyim”

Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

Sanki Musa (Aleyhisselâm)’a bakar gibiyim”,

Sanki Yûnus ibn Mettâ (Aleyhisselâm)’a bakar gibiyim [9]

Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’deki bu tavır, ‘görür gibiyim’ dedikleri zatları zihinlerinde canlandırmaktan ibarettir.

Sahâbeden nicelerinin “كأني أنظر إلى…” diyerek “Sanki Peygamber’i şu an bineğinin üzerinde görür gibiyim[10]Sanki şu an O’nun elindeki mührünün beyazlığına bakar gibiyim[11]Şu an sanki O’nu görür gibiyim[12] ifadeleri.

Sahâbe de Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’le yaşamış olduğu hatıraları anlatırken, O’nu gözünün önüne getirmekte ve muhabbetle O’na râbıta yapmaktadır. Tarikat ve tasavvuf şerîatten aldığı bu aslı, sistemleştirerek ehil kimseler tarafından zamana uygun bir şekilde biçimlendirmişlerdir. Biz bu hususta, bunu inkâr eden sıradanlara karşı, sâdık dostlar olan o mürşid ve sâlih zatların dediklerini tercih eder ve onlara tâbi olmayı yeğleriz.

Zira bir şeyi tecrübe edenlerden öğrenilen bilgi, zarûrî bilgi yollarından biridir. Yani inkârı beyhudedir. Dolayısıyla râbıtanın varlığı, etkisi, sonuçlarını en iyi bilenler bunu tecrübe edenlerdir. Tecrübe edenlerin ifadeleri karşısında, hiç yaşamadan tatmadan, bırakın bir şeyin tadını, varlığını inkâr etmek sapık akıl ürünüdür. Dolayısıyla bu hususta işin ehli olanların sözleri, davranışları akl-ı selimi bağlar ve ona göre değer biçilir, diğerlerinin sözlerine ise itibar edilmez.

Ebû Bekir es-Sıddîk (Radıyallâhu Anh), insanlara hutbe verirken şöyle demiştir: “Ey Müslüman topluluğu! Allah’tan hayâ ediniz. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Rabbim’den utandığım için, helâya giderken başımı örtmeye devam etmekteyim” [13]

Ruhânî Feyiz Almak

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i uykuda görüp ondan feyz alıp ilimleri ve mârifetleri öğrenen mütekaddimlerin önde gelenlerinden ve müteahhirlerin büyüklerinden sayılamayacak kadar çok kişi vardır. Basiretsiz bakar körlerin bunu inkâr etmesine itibâr edilmez.

Ashâb-ı Kiram ve tâbiîn (Radıyallâhu Anhum)’un Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den feyz alma, öğrenme ve onunla sohbetlerine gelince, birinci zâhirî kısım üzere vâki olduğu gibi ikinci rûhânî kısım üzere de vaki olunca onların rûhânî feyz alma ve mânevî sohbet, ehl-i sünnet inancından olmuştur. Müteahhir âlimlerin getirdiği deliller, rûhânî feyz alma ve mânevî sohbetin vaki olup faydalı olduğunu ispat edip ortaya koymuştur. Nitekim Allâme Sadeddin Teftâzânî (Rahimehullâh), dirilerin rûhları bir yana Allah Teâlâ’nın izniyle ölünün rûhundan da faydalanılabileceğini ispat etmiştir. O Şerhu’l-Makasıd’da şöyle demiştir:

“Felsefecilere göre cüziyyâtın idrâki, sûretin âletlerde husûlüyle/meydana gelmesiyle şart koşulmuştur. Nefsin bedenden ayrılıp gitmesi ve âletlerin boşa çıkmasıyla zarûrî olarak cüziyyâtı idrâk edecek bir şey kalmaz. Zira şartın ortadan kalkması, meşrutun da ortadan kalkmasını gerektirir.

Bize gelince; cüziyyâtı idrâk etmek için aletler şart değildir. Bunun sebebi de idrâk, nefiste ve histe sûretin husûlüyle değildir ya da cüzînin sûretinin nefiste resmedilmesi imkânsız değildir. Bilakis İslâmî kaidelerden zahir olan; nefsin bedenden ayrıldıktan sonra yeni cüzî idrâklerin olması ve dirilerin bazı cüzî hallerine vakıf olmalarıdır. Özellikle onlarla dünyada birbirine muhabbet duyduktan sonra ölümle ayrılanlar için bu böyledir. İşte bu sebeple kabir ziyaretinden faydalanılır. Ve ölmüş hayırlı kimselerin nefislerinden hayırların inmesi ve kusurların uzaklaşmasında yardım istenilir. Zira ayrıldıktan sonra da nefsin bedene ve defnedildiği kabirle bağları vardır. Bir canlı bu kabri ziyaret ettiğinde ve ölünün nefsine yöneldiğinde bu iki nefis arasında buluşma ve karşılıklı feyz alma meydana gelir.[14]

Allâme Şerîf Cürcânî (Rahimehullâh), Şerhu’l-Mevâkıf da rûhânî feyz alma ve öğrenmeyi şöyle açıklamıştır: Ebû Yezîd el-Bistâmî’ye gelince o İmam Câfer’e yetişememiştir. Hatta o Mâruf el-Kerhî’den de sonradır. Fakat o, Câfer’in rûhâniyetinden feyz almıştır. Böylece de ona nispeti meşhur olmuştur.[15]

Bu zikredilenlerden anlaşılmaktadır ki; rûhânî sohbet ve feyz alma Allah Teâlâ’nın izni ile faydalı ve etkilidir. Fakat zâhirî sohbet ve zâhirî feyz alma daha faydalı ve daha etkilidir.[16]

Hanzala Hadisi

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in kâtibi olan Hanzala ibn Rubeyyi’ el-Üseyyidî’den nakledilen şu hadis buna işaret etmektedir:

Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in vahiy katiplerinden Hanzale el Üseydî (Radıyallâhu Anh), bir gün ağlayarak Hz. Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh)’ın yanına uğradı. Hz. Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh) “Neyin var ey Hanzale!” diye (manevi hâli hakkında) sordu. Hanzale (Radıyallâhu Anh), “Ey Ebû Bekir Hanzale münafık oldu” de­di. (Nefsinde istikametin yokluğunu münâfik oldu şeklinde tâbir etti. Burada imanda nifâkı değil hâlde nifâkı kastetmiştir.) Ebû Bekir: “Sübhânellâh Sen ne diyorsun?” dedi. Dedim ki: Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in yanında iken bize Cennet ve Cehennemi hatırlattığında gözümüzle görüyormuş gibi oluyoruz. Fakat onun yanından ayrılıp çoluk çocuğumuzun ve işlerimizin başına döndüğümüzde ise [s. 27] çoğunu unutuyoruz.” Hz. Ebû Bekir (Radıyallâhu Anh), “Allah’a yemin olsun ki bizlerde aynı durumdayız, yürü beraberce Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e gidelim dedi. Ve beraberce Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna girdik.

Ben:

-”Yâ Rasûlallah! Hanzala münâfik oldu” dedim. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):

-”O da nedir?” (bu sözün sebebi nedir?) dedi. Ben de:

 “Ey Allah’ın Rasûlü! senin yanında bulunuyoruz, bize cehennemi ve cenneti hatırlatıyorsun, sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Fakat senin yanından ayrılıp hanımlarımızın ve işlerimizin başına döndüğümüzde çoğunu unutuyoruz. Bunun üzerine Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Her zaman benim yanımda bulunduğunuz gibi (kalbin sâfiyeti ve Allah korkusu gibi tam huzûr hâli) ve zikir (hali) üzere devamlı olsanız, melekler sizinle yataklarınızda ve yollarda bile musâfaha ederdi. Fakat Ey Hanzale bazen öyle bazen böyle her an bir olmaz.”[17]

Kişi bir müddet huzurda, bir müddet de gevşeklik göstermekle münafık olmaz. Huzur vaktinde Rabbinizin haklarını eda edersiniz, fütur vaktinde de nefislerinizin paylarını yerine getirirsiniz. Sonuç olarak, ey Hanzala! Bu zikredilen şeye devamlılık meşakkattir, herkes katlanamaz. Bundan dolayı da devamlı ubûdiyyetle kimse yükümlü kılınmaz. Ancak çoğunluğun takat getirebileceği, insanın bir saat bu zikir üzere olması, diğer bir saat de, aile ve başka işlerle uğraşması olup bunda bir beis yoktur.

İşte sen böylesin ve dosdoğru yol üzeresin. Senden asla nifak sâdır olmadı. Sen bu düşüncene son ver. Muhakkak ki o, şeytanın üzerinde bulundukları halden çevirmek için sâliklerin aklına soktuğu şeylerdendir. Sonra, onları amelden tamamen alıkoyuncaya kadar onların hâllerini değiştirme çabasına devam eder.[18]


[1] Mustafa Fevzi, Îsbâtü’l-Mesâlik fi Râbıtati’s-Sâlik, s. 20-21. (Tahir Ağa Tekke no: 560).

[2] Buhari, İman, no: 15; Müslim, İman, no: 44.

[3] Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, c. 36, s. 383, no: 22064; Hâkim, el-Müstedrek, c. 4, s. 186, no: 7314; Beyhakî, Şuabu’l-İman, c. 11, s. 310, no: 8579.

[4] Tirmizî, Zühd, no: 2390; Bezzâr, el-Müsned, c. 7, s. 116; Abdullah ibn Mübarek, ez-Zühd, s. 249, no: 715; Ebu Nuaym, el-Hilye, c. 2, s. 131

[5] Mustafa Fevzi, Îsbâtü’l-Mesâlik fi Râbıtati’s-Sâlik, s. 40-41.

[6] Mustafa Fevzi, Îsbâtü’l-Mesâlik fi Râbıtati’s-Sâlik, s. 21.

[7] İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l-Beyan, c. 2, s. 388.

[8] Muhammed ibn Abdullah el-Hânî, el-Behcetüsseniyye, s. 79.

[9] Müslim, İman, no: 166; İbn Mace, Menâsik, no: 2891; Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, c. 3, s. 352, no: 1854.

[10] Buhârî, Salât, no: 428; Müslim, Mesâcid, no: 524.

[11] Buhârî, İlim, no: 65; Müslim, Mesâcid, no: 640.

[12] Buhârî, Mevâkitü’s-Salât, no: 571; Müslim, Mesâcid, no: 642.

[13] İbn Ebî Şeybe, Musannef, c. 1, s. 100, no: 1127; Ebû Nu’aym, el-Hilye, c. 1, s. 34; Harâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, c. 1, s. 113, no: 321.

[14] Teftazânî, Şerhu’l-Mekâsıd, c. 2, s. 43.

[15] Seyid Şerif el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, c. 8, s. 372

[16] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/26.

[17] Müslim, Tevbe, no: 2750; Tirmizî, Kıyamet, no: 2514.

[18]  Aliyyü’l-Kari, Mirkâtü’l-Mefâtih Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, c. 4, s. 1549-1550 (Beyrut: Dâru’l-fikr, 2002); Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/28-29.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu