MakalelerTefsir

Sekizinci Yüzyıl Müfessirlerinden Ebû Hayyân el-Endelüsî ve el-Bahru’l-Muhît İsimli Eseri -2-

Müellifin hayatını anlattığımız ilk yazı için tıklayınız.

Bazı Vasıfları ve İlmî Kudreti

Safedi (v. 764/1363) der ki:

“Hocam, uzun boylu, hoş sedalı, teni kırmızı benizli, uzun saçlı, saçları omuzlarına sarkık, yüzü nurlu ve sevimli, sakalı büyük fakat sık değil, aralarına saçı sarkmış, kumral, sarığı güzel, Endülüs luğatı ile Arapça ibareleri oldukça fasih bir zat idi. Ancak Kur’ân-ı Kerim dışında “kâf” harfini “kef” harfine yakın telaffuz ederdi.”[1]

Ebû Hayyân’ın huşu ve ağlaması çok olup, Kur’an okurken ziyade ağlardı. Hz. Ali’ye (radıyallahu anh) çok fazla sevgisi vardı.

Ebû Hayyan; büyük bir allâmedir. Tefsirde, hadiste, kıraatte, edebiyatta, tarihte oldukça ihtisas sahibi idi. Zamanındaki alimlerin, ediplerin seçkini, nahivcilerin üstadı idi. Kahire’deki birçok alim kendisinden ders almıştı.

Her taraftan yüzlerce ilim talipleri Mısır’a gelerek bu büyük üstadın derslerinde hazır bulunuyorlardı. Kendisine “Lisanü’l-Arap” deniliyordu. Gayet mutkin ve fasih bir zattı. Dakikaların hesabını yapardı. Tabiatı itibariyle latifeye meyilli olduğundan çok fazla şaka yapardı.

Sibeveyh’in kitaplarını çok sever, çoğu kere onun kitaplarını okuturdu. Hatta bu yüzden İbn Teymiyye ile araları açılmıştı. Şöyle ki; Ebû Hayyân, Şam’da bulunurken İbn Teymiyye ile karşılaşmış, onun faziletini takdir ederek senasına dair bir kasîde de söylemişti. Fakat daha sonra nahivden bir kaideye ait aralarında gerçekleşen bir konuşma esnasında İbn Teymiyye, “Sibeveyh otuz yerde hata etmiştir” dediği için Ebû Hayyân bundan çok tesirlenmiş, İbn Teymiyye hakkında tenkitkâr bir vaziyet almış ve en-Nehru’l-Mâd’ında bunları açıkça söylemiştir.[2]

Ebû Hayyân (rahimehullah), Arap ulemasından olduğu halde Türkçe, Farsça ve Habeşçe’yi de öğrenmiş ve bunların her biri hakkında kitaplar kaleme almıştır. Türkçe olarak yazdığı eserlerden biri kavâide dairdir.

Ebû Hayyan (rahimehullah) tahsil hayatında olsun, talebe yetiştirmede olsun, son derece dikkatli ve titiz davranırdı. Bilgi edinmede ezber yanında, elde edilen bilginin yazılmasına da önem verirdi. Mesela talebesi İbn Merzuk’a (v. 781/1380) adeti üzere bir gün şiir okumuş, İbni Merzük’un okunan beyitleri kaydetmediğini görünce, uyarma babında ona, Ebu’I-Hasen et-Tîcâni’ye ait olan şu iki beyti hafızasından okumuştu:

إِنَّ الذي يَرْوِي ولكنّه – يَحْفَظُ ما يُرْوٰى ولا يَكتُبُ

كصَخْرةٍ تَنبُع أمواجُها – تَسْقِي الأراضيَ ولا تَشرَب

“Ravi, kendisine rivayet edileni, hafızasına güvenerek sadece ezbere dayanıyor, onu yazmıyorsa;

Bu kimse tıpkı bir kaya gibidir; kendisine çarparak dalgalar halinde akan sular, araziyi sular, fakat kendisine bundan bir damla bile içmek nasip olmaz.”[3]

Hakkındaki Övgüler

Her müellife nasip olmayacak tarzda Ebû Hayyan (rahimehullah) hem kendi devrinde ve hem de kendisinden sonraki dönemlerde edebi ve ilmi kişiliği ile her tarafa ün salmış ve büyük şahsiyetlerin beğenisini kazanmış ve çeşitli övgülerine mazhar olmuştur. Örnek kabilinden sadece üç şahsiyetin manzum övgülerine burada yer vermekle yetinmek istiyoruz;

a) Necmeddin Yahya el-İskenderî, Ebû Hayyan’ı (rahimehullah) övdüğü kasidesine şu mısralarla başlamıştır;

ضيفٌ ألمّ بنا من أبرع النّاس -لا ناقضٌ عهد أيّامي ولا ناسي

عارٍ من الكبر والأدناس ذو شرفٍ – لكنّه من سرابيل العُلا كاسي

<Aramızda bir misafir vardır ki o, insanların en bilgini ve en faziletlisidir.

O ne verdiği sözü bozar ne de vadini unutur.

O, kibirden ve kirli işlerden arınmış, şerefli biridir.

Çok mütevazi olmasına rağmen, şahsında topladığı iyi meziyetler ona yücelik elbisesini giydirmiştir.>

 

b) Şerefuddin İbnu’l-Vahid’in (v. 711/1311) Ebû Hayyan’ı (rahimehullah) övdüğü uzun kasidesinden şu iki beyti zikrediyoruz;

إليك أبا حيّان أعملت أينقي – وملت إلى حيث الركائب تلتقي

دعاني إليك الفضل فانقدت – طائعاً ولبّيت أحدوها بلفظي المصدق

<Ey Ebû Hayyân! Develerimi sadece sana gelmek için hazırladım.

Aynı maksatla kervanların buluştuğu yere doğru yola çıktım.

Beni senin yoluna düşüren tek sebep, sahip olduğun fazilettir.

Sana karşı olan duygularımın çağrısına uyuyor ve bunu samimi bir eda ile açıkça ilan ediyorum>

 

c) Müciruddin Ömer b. el-Malatî, Ebû Hayyân’ı (rahimehullah) övdüğü kasidesine şu beyti ile başlar;

يا شيخ أهل الأدب الباهر –  من ناظمٍ يلفى ومن ناثر

<Ey yüksek edebiyat erbabının üstadı!

Şiir yazan olsun, nesir yazan olsun, herkesin erişmek istediği büyük adam!>[4]

el-Bahru’l-Muhit İsimli Tefsiri

Giriş

Bu bölümde Müfessir Ebû Hayyân’ın el-Bahru’l-Muhit nâm tefsiri değişik açılardan ele alınacaktır. Öncelikle onun tefsir ilmi hakkındaki dirayet ilminin önemini bildiren bazı açıklamalarına, daha sonra da tefsirdeki metoduna değinilecektir.

Tefsirini Yazma Gayesi ve Dirayet Tefsiri Hakkındaki Fikri

Tefsirine yazdığı mukaddimede der ki:

“İlimler pek çoktur, hepsi de mühimdir. Bunların en önemlisi ise ebedi hayata ve saadete vesile olan Allah’ın kitabının ilmi olan tefsirdir. Bizzat maksut olan budur, diğer ilimler araçtır. Eskiden beri daima aklımda kemale erdiğim zaman (60 yaşlarıma vardığımda) Rabbime sığınıp nazarımı yalnız Kur’an’ın tefsire hasretmeyi düşünüyordum. Cenab-ı Hakk lütfetti ve bu isteğime erkenden nâil oldum. Şöyle ki:

‘710 yılı sonunda -ki 57 yaşında idim- Memlük Sultanı Melik Mansur (Kalavun) un kubbesinde tefsir müderrisliğine tayin olundum. Bu vesile ile bütün vaktimi tefsirimi yazmaya, öz ve saf olanı ayıklamaya yöneldim. Benden önce yazılan tefsirleri mütalaa ettim, onlardaki mufassal yazıları telhis, müşkilleri hal, mutlakları takyide çalıştım. Sonra senelerce uğraştığım ilmi mahsülümün bereketiyle Kur’an’ın icazını bilmeyi sağlayan beyan ilminin inceliklerini, uzun yıllar Arap lisanından avlayarak çıkarttığım irab ilminin garip ve derin meselelerini, Arapça, nahvi terkipler, manzum ve mensur üsluplara yıllarımı vererek kimsenin aklına gelmeyen nice garip ve latif edebiyatın inceliklerini de ilave ettim.

Temyiz çağına girdiğim günden beri alimlere talebe olmaya, onların meclislerine katılmaya, yollarından gitmeye çalışıyorum. Nice alimlerin sadrından ilim aldım, nice ulemanın faideli bilgilerinde mürekkebimi akıttım, birçok allameye çokça ısrarda bulunup yanında öğrenmek için uzun kaldım. Bu uğurda mallarımı harcadım. Bana haset eden gözler de oldu. İlmi gündüzleri arkadaşım, geceleri de yoldaşım kıldım. İlim tahsili için nice fedâkarlıklara katlandım, aileme tercih ettim, doğu-batı bütün dünyayı dolaşıp nice âlimlerle karşılaştım ve ilimlerinden istifade ettim”

Tefsir ve Arapça

Tefsir ilmine giriş macerasını kısaca naklettiğimiz Ebû Hayyân’a (rahimehullah) göre bir kimse Arapçaya hakkıyla vakıf olursa Kur’an-ı Kerim’in manasını başkalarından rivayete ihtiyaç duymaksızın anlayabilir. Ancak bir kısım ahkâm ve meseleler itibariyle rivayete de ihtiyaç vardır.

Herhangi bir dile ait kelimelerin terkibinden evvel manalarını, medlüllerini, hükümlerini ve bu kelimelerin o dilde nasıl terkip halinde kullanıldığını bilen ve bu kelimelerin güzelce tertip edilip edilmediğini ayıracak bir melekeye sahip olan kişi bu kelimelerden oluşan manaları anlamak hususunda bir öğreticiye ihtiyaç duymaz. Ancak bu anlayış konusunda insanların kabiliyeti farklı farklıdır. Zaten bundan sebep anlayışlar arasında ihtilaflar, zıtlıklar ve anlaşmazlıklar gözükür.

İnce Bir Bakış

Ebû Hayyân tefsir hakkındaki bu düşüncesini ifade ettikten sonra dikkat çeken şu ayrıntıyı ve dirayetin önemini ince misaller ile hafızalarımıza kazıyarak farklı bir bakış acısına vurgu yapıyor:

“Zamanımızda bazıları; “Kur’ân-ı Kerim’deki kelimelerin, terkiplerin anlaşılması nakle bağlı olup Mücahid, Tavûs ve İkrime (rahimehumullah) gibi tâbiînden nakledilmelidir” diyor. Halbuki bu zat tabiinden gelen rivayetler arasında nice ihtilaflar ve zıtlıklar olduğunu da ikrar etmektedir. Bu kimsenin misali şöyledir:

-Farz edelim ki bizden biri Türkçeyi öğreniyor, güzelce konuşuyor, kelimelerin tek başına ve terkip içerisindeki manalarını kavrıyor. Türkçe yazdığı şeyleri Türklerin yazılarıyla karşılaştırıyor ve onların diline tamamen uygun buluyor hatta şiir ve düz yazı olarak eserler meydana getirip Türk edipleri ve şairleri arasında bir konuma geliyor sonra kendisine gönderilmiş olan Türkçe bir mektubun içindekileri anlamaya çalışmaktan geri duruyor ve Türk Sungur veya Sencer’e soruyor, şimdi böyle bir kimse akıllı sayılır mı?

Bu zat zannediyor ki her ayetin tefsiri haleften selefe nakledile gelmiş ve bu böylece sahabeye ulaşmıştır! Yine bu şahsın ifadesine göre güya Ashâb-ı Kiram her ayetin manasını mutlaka Rasululullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sorup öğrenmişlerdir. Halbuki Ashâb, fasih Araplar olup Kuran kendi lisanlarıyla nazil olmuştur.

Demek ki bu kişiye göre Tâbiîn’den sonraki İslam alimlerinin tefsir ilmine ait çıkardıkları ince manalar, Kur’an’ın i’cazına, fesahat ve belağatına dair ortaya attıkları meseleler, Mücahid gibilerinden nakledilmediği için tefsirden sayılmayacak! (Heyhât!)”[1]

Ona göre bir kimse Kur’an’ı tefsir etmek istiyorsa yedi ilmi (luğat, nahiv, belağat, hadis, usulü fıkıh, kelam ve kıraat ilimleri) tam bir şekilde bilmeli ayrıca nesir ve nazma tab’an kabiliyeti olmalıdır. Kur’an-ı Mübin’in icazı (aciz bırakması) taklid ile değil, zevken bilinir.

Dolayısıyla bu ilimleri kendisinde bulunduramayan kimseler Kuran’ın derin ve ince manalarını anlayamaz. Onların tefsir diye yazacakları şeyler daha önce asırlarca yazılmış olanların tekrarı ve satırların naklinden ibaret olacaktır.

Devam edecek…


[1] Ayânü’l-Asr 5/332

[2] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 2/ 551

[3] Makkarî, a.g.e. 536/2

[4]) Makkarî, a.g.e. 544/2

[5] Ebû Hayyân, a.g.e mukaddime 1/12

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu