Hikmet
“Hikmet”in hakikat ve özü, Hakk Teâlâ’nın sıfat nurlarından bir nurdur. Allah, bu nur ile kullarından dilediği kimselerin (idrak ve) aklını kuvvetlendirir.
Hikmet ne akıl ne de aklî ve naklî delillerle ulaşılabilen bir şeydir. Akıl ve mantığa uyan bilgiler, elde edilmesi yönünden Müslüman olsun kâfir olsun herkes için eşittir. Zira akla yatkın olan bilgi, aklın, aklî bir delille karar verdiği bir bilgi türüdür. Bu tür bilgiye ulaşmak, okumayı bilip okuduğunu gerçekten idrak edip anlayabilen herkes için kolay kılınmıştır.
Aklı, hayal ve kuruntulardan temiz olan bir kimse, bir delille, mantıksal bir anlayış sergileyerek akla yatkın bilgileri idrak edebilir. Ama aklı bu şekilde temiz olmayan bir kimse, akla uygun olan bir bilgiyi okuyarak ancak kendisini doğru yönlendirecek bir hoca veya mürşidin anlatmasıyla anlayabilir. İşte hikmet, bu tür bir bilgi çeşidi de değildir.[1]
Filozofların, bir takım akla yatkın ifade ve tarzlarına hikmet denilmez. Zira bunlar, hayal ve kuruntudan zarar görmemiş düşüncenin neticesi olarak ortaya çıkmış çıkarımlardır. Geride bu hususta mümin kafirin eşit olduğunu ifade etmiştik. Fakat kafirlerin hayal ve kuruntu şüphelerinden bağımsız olmaları pek az, belki bir milyonda birdir. Zaten bundan dolayı, öne sürdükleri delil ve inançları çelişkiler içermektedir.
Bazı gerçek hikmet ehli zatlara verilen hikmetleri hıfzedip ezberleyen kimseler için de o hikmetler, kendilerine atfedilebilecek hüviyette değildir. Zira kendilerine ne hikmet verilmiştir ne de hikmet sahibi kimselerdir.[2] Sadece hikmet ehlinin sözlerini ezberleyip nakleden kimselerdir.
Kur’an-ı Kerîm ve Hikmet
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır:
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا
“(Allah), Hikmeti dilediği kimseye verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok büyük bir hayır verilmiş demektir.”[3]
Kur’an-ı Kerim, baştan sona hikmettir. Zira Kur’an, el-Hakîm olan Zât’ın kelâmıdır ve Allah Teâlâ: “Elif, lâm, ra. İşte bu, hakîm olan Kitâb’ın âyetleridir”[4] buyurarak Kitab’ının Hakîm özelliğine dikkat çekmiştir.
Bununla beraber iki çeşit hikmet vardır. Biri, sözlü, yazılı, konuşulup ifade edilen (mantûkun bih) hikmet; diğeri ise sessiz, sakin, konuşulmamış (meskûtun anh) hikmettir. Mantûkun bih hikmet, şeriat ve tarikat ilmidir. Meskûtun anh hikmet ise, avâm ve zâhir ulemanın bile vâkıf olamadığı hakikat sırlarıdır.[5]
Başka bir zaviyeden hikmet, üçtür: Kur’ân’ın hikmeti, hakikatleridir. İman’ın hikmeti, marifettir. (Delil diye de ifade edilen) Burhan’ın hikmeti, fiillerde Hakk Teâlâ’nın yaratma inceliklerini anlayıp kavrayabilmektir.[6]
Hikmet, Kur’an’ı Kerîm’in âyetleri içerisine konulmuş hakikatler, manalar ve sırlardır.[7] Yağmur bulutlarından akan yağmur damlaları gibi, Kur’ân-ı Kerim’den akan her mana da bir hikmet damlasıdır. Bu hakikati görebilmek, farklı idrak seviyelerinde kendisini ortaya çıkarmaktadır. Bu farklılığı göz ardı etmek, hakikatin tek elinde olduğu zannına kapılıp hastalıklı bir düşünce doğurmaktadır.
Zâhir (maddî) ve bâtın (manevi) ilimlerdeki donanıma paralel olarak, Kur’ân’daki hikmeti görebilme grafiği eğim kazanır. Aklı başında insanın, dar görüşlülüğü bırakıp ön yargılarından kurtularak gerçekliğe yol alması gerekir. Ya hakikate ulaşan ya ulaşana ulaşan ya da ulaşana destek olan veya en azından hakikati seven olmak lazım.
Rasûlüllâh (Sallallâhu aleyhi ve Sellem), bir hadis-i şerifinde hikmetin kaynak çerçevesine işaret edip, “söyleyene değil, söylenene, daha da ötesinde söyletene bak” dercesine şöyle buyurmuştur:
الْكَلِمَةُ الْحِكْمَةُ ضَالَّةُ الْمُؤْمِنِ، حَيْثُمَا وَجَدَهَا فَهُوَ أَحَقُّ بِهَا
“Hikmetli söz, müminin (arayıp bulmaya çalıştığı) yitiğidir. Onu nerede bulursa bulsun (akl-ı selim onayladığı ve şeriata uyduğu müddetçe), on(unla amel etmeye, ehil olmayan bir kimsede bulunsa bile ona uymay)a en layık olan odur.”[8]
Hikmet, Amele Dönüşmelidir
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da hikmeti/hikmetli sözü bulup müzede sergilenen bir kültür objesi yapmaktan ziyade, onu işlenebilir hale getirip amel etmekten söz edilmesidir. Yani mümin, hikmet tohumunu bulup, bu tohumu amel bahçesine ektikten sonra, o hikmetin manevi dünyasındaki meyvelerini yemeye en layık kimsedir. Mümin, ağzından tüketerek midesinde hikmet öğütücü değil, çalışıp amel ederek hikmet üreticisi olmayı en çok hak eden kimsedir.
Hikmetin temelinde, ruha gelen nurlar bulunur. Bu nurlar, söz kalıplarıyla kalplerden elbiseye bürünür. Bu elbisenin, Müslüman elbisesi, yani; Kur’ân ve sünnete uygun olması şarttır. Nitekim Ebû Ali el-Cüzecânî: “Hikmet, kalpte, doğruya yol bulduran, Allah’ın kitabına ve Peygamberi (aleyhisselâm)’ın sünnetine uyan bir nurdur” demiştir.[9] Bu hakikatin bir yansımasını Ebû Osman el-Hîrî: “Hikmet, ilham ile vesvese arasını ayırt eden bir nurdur” diyerek dile getirmiştir.[10]
Yahya b. Muaz er-Râzî, hikmeti “Veli kulun ilmi” olarak ifade etmiştir.[11] Zira Allah dostları, beşerî aklın kabuklarıyla yetinmeyip, Peygamberlere tâbi olarak bu beşerî aklın özüne ulaşmaya çalışmışlardır. Peygamberler de onları, beşerî akıl kabuklarının karanlıklarından çıkarıp, Allah vergisi Rabbânî marifet özünün nuruna ulaştırmışlar. Böylece “Allah, kime nur vermemişse, artık onun için hiçbir nur yoktur”[12] âyet-i kerimesinin hakikatini kavramışlardır.[13]
Allah Teâlâ’nın, Kitab’ın yanında öğrettiği[14], indirdiği[15] veya verdiği[16] hikmetin, “ledün ilmi” olduğu söylenmiştir.[17] Kur’ân âyetleri içerisine konulan bir takım mana, hakikat ve sırlar, Hakîm olan Allah’ın katından (ledün) âriflerin kalplerine açılmıştır.[18]
Hikmet ve Marifet
Hikmetin köklerinde marifet, kurbiyet, ünsiyet ve havf (Allah korkusu) vardır. Muhammed b. Cafer bu noktaya temas ederek demiştir ki: “Hikmetin hareket ettiği yörünge, dört turdur. Birincisi; marifet tadı, ikincisi; hizmet ile Allah’a yaklaşma (kurbiyet) sevinci, üçüncüsü; kulun Efendisi’nin sohbeti sebebiyle ülfet ve ünsiyet kurması, dördüncüsü ise; kulun Efendisi’nden ayrılma korkusudur. Bu dört şey, hikmetin kökleridir”.[19]
Hikmetli sözler, can sıkıntısına çare, durağan akıllara hareket, yorgun usanmış kalp ve ruhlara canlılık ve hayat verir. Nitekim Ali (radıyallâhu anh): “Hoş, güzel ve ilgi çekici hikmetler bularak kalpleri canlandırın. Çünkü bedenlerin bıkıp usanması gibi, ruhların da canı sıkılır” demiştir.[20]
Allah’ın orduları da âlemleri gibi çoktur. Bu ordular, meleklerden, cinlerden, hayvanlardan, yer, gök, dağ, deniz gibi cansız varlıklardan olabilmektedir. Allah Teâlâ, bu ordularını, bazen kullarına yardım ve destek amaçlı bazen de onlara ceza maksadıyla kullanır. Allah’ın ordular cümlesi içerisinden bir tanesine de işaret etmek üzere Ebû Turâb en-Nahşebî: “Hikmet, (dünyada yaşamaktan dolayı ister istemez dünyaya temas sebebiyle oluşan) dünya hararetinden rahatlatmak için Allah’ın âriflerin kalplerine gönderdiği ordularından bir ordudur” demiştir.[21]
Hikmetler, tam isabetle Allah tarafından kalplere atılan manalardır. Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc, bu manayı ifade etmek üzere şöyle demiştir: “Hikmet, oklara, müminlerin kalpleri de bu okların hedeflerine benzer. Oku atan, Allah azze ve celle’dir ve isabet etmemesi söz konusu bile değildir (hata payı sıfırdır)”.[22] Ebû Osman el-Hîrî, bu yanılmama durumuna dair hikmet hakkında şöyle bir şehadette bulunur: “Hikmet, bütün her şeyde isabet etmektir.”[23]
Muhammed b. Ahmed el-Beyrûtî, hikmeti bir benzetme ile şöyle ifade etmiştir: “Hikmetler, denizlerden bir deniz, köprülerden bir köprüdür. Bu denizin derinliklerine dalarsan, inciler çıkartırsın, bu köprüden geçersen, yüceliklere yakından bakarsın.”[24]
İlim-Hikmet
İslâm’a bakış açısı çerçevesiyle hikmet-ilim ilişkisinde, hikmet ‘öz’e, ilim ‘söz’e işaret etmektedir. Bu hakikati İbn Atâ: “İlim; İslâm’ın ahkâm ve şeriatı, hikmet ise; İslâm’ın özü ve hakikatidir” demiştir.[25] Bu farka Allah açısından bakan Ebû Sâid el-Harrâz şöyle demiştir: “Allah Teâlâ, ilmi, bilinmesi için kendisine götüren bir rehber, hikmeti ise kul ile arasında dostluk kurulması için kendisinden bir rahmet kılmıştır.”[26]
Peygamberler, hikmetin menbaı, asıl sahipleri ve her zerreleriyle hikmetin vücud bulmuş halleridir. Peygamberler ve peygamberlikten sonrası için hikmetin kimlerde bulunacağını ifade etmek üzere Ebû Bekir el-Varrak: “Hikmet ehli, Peygamberlerin halifeleridir. Peygamberlikten sonra yalnızca hikmet vardır. Hikmet, bir işi hassas ve mahirane bir şekilde yapmak demektir” demiştir.[27]
Bu hakikatin bir tezahürü olarak hikmet ehli, her daim insanların çoğunluğu tarafından önemsenmiş kimselerdir. Hatta: “Her kim, hikmeti ağzına gem yaparsa, insanlar onu kendilerine önder kabul ederler” denilmiştir.[28]
Bir Kıssa
Kıssadan Hisse: Bazı semâvî kitaplarda anlatıldığına göre; Lokman (aleyhisselâm)’a, peygamberlik ve hikmetten birini seçmek üzere tercih hakkı verildi. Lokman (aleyhisselâm), hikmeti tercih etti. Bir gün insanlar kendisinden hikmetli sözler dinlemek için etrafında toplanmışlardı. Sohbet esnasında İsrail oğullarından büyük makam mevki sahibi biri, oradan geçiyordu ve yanındakilere: “Bu kalabalık cemaat de nedir böyle?” diye sordu. Kendisine: “Bu topluluk, Lokman-ı Hakîm’in etrafına toplanmış bir cemaattir” diye cevap verildi. Bunun üzerine, bu zat Lokman-ı Hakîm’in yanına gitti ve: “Sen, falanca falanca bölgelerde çobanlık yapan siyah köle değil misin?” diye sordu. Lokmân-ı Hakîm: “Evet” deyince, adam: “Bu gördüğüm manzaradaki konuma seni ne getirdi böyle?” diye sordu. Lokmân-ı Hakîm: “Doğru sözlülük, emâneti hakkıyla sahibine teslim etmek ve boş işlerle (mâlâyanî ile) uğraşmamak” diye cevap verdi.[29]
Vahiy-hikmet ilişkisinde birtakım farklılık ve benzerlikler göze çarpmaktadır. Vahiy, nasıl ki Peygamberlere Allah tarafından verilen bir hibedir, aynı şekilde hikmet de Allah dostlarına verilen bir hibedir.
Peygamberlik, nasıl ki çalışıp kazanmakla elde edilmeyip tamamen Allah Teâlâ’nın dilediği kimselere ihsan ettiği bir lütfudur, aynı şekilde hikmet de Peygamberler tarafından nasıl elde edileceğine dair bir öğreti olmadan kulun sırf kendisinin çalışıp kazanmasıyla elde edebileceği bir kazanç değil, tamamen Allah vergisidir.
Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizlere hikmeti elde etmenin yolunu: “Kim, kırk gün Allah için ihlaslı (ve samimi) bir şekilde amel ederse, kalbinden diline hikmet pınarları kaynar”[30] hadis-i şerifiyle öğretmiştir.
Hem vahyin hem de hikmetin düşüş yeri kalptir, fakat vahiy Allah’ın vahyetmesiyle (yani telkiniyle), hikmet ise Allah’ın bahşedip vermesiyle kalpteki yerini alır.
Sonuç
Netice olarak hikmet, nazarî (teorik) olarak hakkında çeşitli tarif ve benzetmeler yapılmakla beraber, vakıada (pratikte) Allah tarafından ihsan edilen bir lütuftur. Allah’ın bu lütfuna lâyık olmanın kul tarafından bir takım amelî prensipleri, hikmet ehlinin bazı alâmetleri ve hikmetin netice olarak ortaya çıkardığı bazı faydalı sonuçları vardır ki, bunlara dair ayrı bir yazı kaleme alınması daha münasip görünmektedir. Gayret yine O’nunla bizden, muvaffakiyet (ve başarı) yine O’ndandır.
[1] Bursevî, Ebu’l-Fidâ İsmail Hakkı b. Mustafa el-Halvetî, Rûhu’l-beyân, Dâru’l-Fikr, Beyrût, I/432.
[2] Necmeddin Kübrâ, Ahmed b. Ömer b. Muhammed, Te’vîlâtü’n-Necmiyye, tahkik: Ahmed Ferid Mezidi, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, I. Baskı, 1430/2009, V/29.
[3] Bakara Sûresi, 269.
[4] Yûnus Sûresi, 1. Ayrıca bkz. Lokmân Sûresi, 2; Yâsin Sûresi, 2.
[5] Bursevî, a.g.e., VIII/15.
[6] Rûzbehân el-Baklî, Sadreddin Ebû Muhammed Rûzbehân b. Ebî Nasr, Arâisü’l-beyân, tahkik: Ahmed Ferid Mezidi, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, I. Baskı, 1429/2008, III/120.
[7] Bursevî, a.g.e., IV/93.
[8] Tirmizi, İlim, 19, (2687); İbn Mâce, Zühd, 15, (4169).
[9] Sîrcânî, Ebu’l-Hasen Ali b. Hasen, Kitabü’l-beyâz ve’s-sevâd, tahkik: Bilal Orfali-Nada Saab, Brill Publishers, Leiden, I. Baskı, 2012, s. 8.
[10] Sülemî, Ebû Abdürrahman Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed en-Nîsâbûrî, Hakâikü’t-tefsîr, tahkik: Seyyid İmrân, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Lübnân/Beyrût, 1421/2001, I/80, Sîrcânî, a.g.e., s. 10.
[11] Sîrcânî, a.g.e., s. 295.
[12] Nûr Sûresi, 40.
[13] Bursevî, a.g.e., I/432.
[14] Bkz. Bakara Sûresi, 129, 151; Âl-i İmrân Sûresi, 48, 164; Mâide Sûresi, 110; Cum’a Sûresi, 2.
[15] Bkz. Bakara Sûresi, 231; Nisâ Sûresi, 113.
[16] Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 81; Nisâ Sûresi, 54.
[17] Sîrcânî, a.g.e., s. 10.
[18] Bursevî, a.g.e., IV/93.
[19] Sîrcânî, a.g.e., s. 8.
[20] Harâitî, Ebû Bekir Muhammed b. Cafer b. Muhammed el-Harâitî es-Sâmirî, Mekârimü’l-ahlâk, tahkik: Eymen Abdülcâbir el-Buhayrî, Dâru’l-Âfâki’l-Arabiyye, Kâhire, I. Baskı, 1419/1999, s. 236, no: (719); İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yusuf b. Abdullah b. Muhammed b. Abdülberr en-Nemerî el-Kurtubî, Câmi’u beyâni’l-ilm ve fazluhû, tahkik: Ebu’l-Eşbâl ez-Züheyrî, Dâru İbni’l-Cevzî, Suudi Arabistan, I. Baskı, 1414/1994, I/433, no: (659); Hatîb Bağdâdî, Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Sâbit b. Ahmed el-Bağdâdî, el-Câmi’ li ahlâki’r-râvi ve âdâbi’s-sâmi’, tahkik: Mahmud Tahhân, Mektebetü’l-Me’ârif, Riyad, II/129, no: (1389).
[21] Sîrcânî, a.g.e., s. 10, Ebû Turâb en-Nahşebî’den bu lafızlarla; Sa’lebî, Ebû İshâk Ahmed b. İbrahim, el-Keşf ve’l-Beyân, tahkik: Kollektif, Dâru’t-tefsîr, Cidde/Suudi Arabistan, I. Baskı, 1436/2015, IV/122, Yahya b. Muaz er-Râzi’den: “dünya harareti” yerine “dünya tozu” ifadesiyle.
[22] Sîrcânî, a.g.e., s. 7-8.
[23] Sîrcânî, a.g.e., s. 9.
[24] Sîrcânî, a.g.e., s. 9.
[25] Sîrcânî, a.g.e., s. 9.
[26] Sîrcânî, a.g.e., s. 9.
[27] Sîrcânî, a.g.e., s. 9.
[28] Sîrcânî, a.g.e., s. 7.
[29] Bursevî, a.g.e., VII/76.
[30] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, X/70 Ebû Eyyüb el-Ensârî (radıyallâhu anh)’dan; Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, I/285, no: 466 İbn Abbas (radıyallâhu anhumâ)’dan merfu muttasıl olarak; İbnü’l-Mübârek, Zühd, s. 359, no: 1014; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII/80, NO: 34344; Ebû Nuaym, a.g.e., X/70 Mekhûl eş-Şâmi’den mürsel olarak.