MakalelerTasavvuf

Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1038) Hazretleri’nin el-Fethu’l-İlâhî İsimli Risalesi (İnceleme – Metin – Tercüme) 3/3

“el-Fethu’l-İlâhî” isimli eserin metnini okumak için tıklayınız.

[el-Fethu’l-İlâhî Tercümesi]

Euzu billahi mine’ş-şeytani’r-racîm

Bismillahirrahmanirrahim

Rahmetinin kemalini insana tahsis eden, Ademoğlunu tecelliler ile tekrim eden ve Adem’i sureti (sıfatı) üzere yaratan Allah’ hamdolsun. Salat ve selam en yakın akrabasına bile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderilen Efendimiz Muhammed ve temiz olan âli ve ashabına olsun.

Şüphesiz ki Allah Teala, insana sadece ona has olan ve sahip olduğu yüce konumu kendisine kazandıran bir suret vererek onu en güzel kıvamda yaratmıştır. İnsanın iki hali vardır; biri maddeden mücerret (soyut) olan aklî ve nefsî hali, diğeri ise maddeyi yöneten aklî ve nefsî halidir. İnsan görünürde maddeye bürünmüş olsa bile kendisinden soyutlanma halinde en kıvamdadır. Bu güzel ve övülen bir durumdur. Türdeşleri gibi kendine maddeyi giydirme halinde ise hüsrandadır. Bu ise şu ayetlerin ifade ettiği mezmûm bir durumdur. “Şüphesiz ki insan elbette hüsrandadır” (Asr, 2), “Şüphesiz insan rabbine karşı pek nankördür” (Âdiyât, 6), “Şüphesiz insan çok zalim ve nankördür” (İbrahim, 34), “Şüphesiz insan çok zalim ve cahildir” (Ahzâb, 72).

İnsan kapsayıcı bir nüshadır. Bu sebeple göklere yerlere ve dağlara arz edilen fakat onların yüklenmekten çekindiği emanet insana yüklenmiştir. Hadis-i kudsîde şöyle gelir: “Beni ne yerim, ne göğüm alabilir, beni ancak temiz, takva ve vera sahibi mümin kulumun kalbi alabilir.”

[Ariflerin Kalbi]

Ârif bir kimsenin kalbi ilâhî nurların tecellîgahıdır. Hak Teala zevkî ilimleri bilen ariflerin kalbine yakın olduğu için onlar uyanıklığı (sahv halini) bulmuşlar ve aşıklar gibi kendilerinden geçmemişlerdir. Zira O, ariflere mutlak cemal, alimlere (kendisini bilenlere) ise mutlak kemal içinde tecelli etmiştir. Kemal nerede cemal nerede? Şüphesiz ki kamil insan hakkında isimler çekişme içerisindedir. Bu çekişme isim ve sıfatların kayıtlayamadığı mutlak zat ile beraber tesirin olmamasına götürür. Dolayısıyla kamil insan, peygamberler gibi -ki onlar taifelerin en üstünüdür- son derece ayık olur. Kamil insan, yaratıcısının zatının kemalini müşahede ederek ubudiyetin kemali kendisinde zahir olduğu için O’na son derece yakındır. Bu açıdan o, diğer namazlar arasında özellikle muhafaza etmekle emrolunduğumuz İkindi (asr) Namazı gibidir: “Namazları ve orta namazı (ikindi) muhafaza edin” (Bakara, 238).

Asr kelimesi matlubu elde etmek için bir şeyi  diğerine katmak demektir. İşte burada her türlü rubûbiyet alametlerinden uzak olan mutlak kulun zatı, her açıdan ubudiyet şaibelerinden münezzeh mutlak bir hakkın zatına katılır. Bu ikisi zaten böylesine karşılaştıklarında Hak için de kul için de kemalin bizzat kendisi meydana gelir ki İkindi Namazının var olma sebebi/amacı budur.

Şeyh Ekber [İbn Arabî] Kuddise Sirruhu buyurdu ki:

İkindi namazının benzeri yoktur

Zira onda sevgiliye kavuşmak vardır

[İnsân-ı Kâmil]

İnsan-ı kâmil, cemaatin (çokluğun) makamına kaimdir. Hatta alemin tamamından daha kamildir. Zira o alemin harf harf bir nüshası olup melekî ruhların en üstünü olan İsrafil’e bile arız olan küçülme halinin kendisine arız olmadığı bir hakikate sahip olmakla alemden üstün olur. Zira İsrafil günde 70 kere küçük bir kuş boyutunda olana kadar küçülür. Küçülmek, geçmiş bir inceliğin olmasını gerekli kılar. Küllî olan kulda ise incelik[1] yoktur. Zira o, vasıflarından soyutlanmıştır. Küllî kulun ubudiyetteki hali, küçülen bu ruhu netice olarak verseydi İsrafil’in küçülmesi defalarca tekrar etmezdi.

Şu ayet-i kerimede bir kişinin hayır veya şerde bir cemaat veya grubun makamına kaim olabileceğine işaret vardır: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır” (Maide, 32).

Bilesin ki insan-ı kamil, “Allah” dediğinde bütün âlem ve Allah dışındaki her şey de onun demesiyle bunu derler. Yine Allah’ın gayb ilminde gizlenmiş olan bütün isimleri de onun demesiyle “Allah” derler. Bu kamil insanın bir tesbihinin her şeyin tesbihinin yerine geçmesi demektir. Dolayısıyla onun ecri hiç kesilmez.

[Güzel Ahlak]

Bilesin ki ilahi marifet ve kemalatı elde etmek isteyen kimse Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmalıdır. Nitekim buyrulmuştur ki: “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın”. Yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”. Güzel ahlak birtakım izafi ameller ve hallerdir. Nasıl ki ahlakın mahalli olan (insan) hür ve köle diye ikiye ayrılıyorsa ahlak da mahmûd (övülen) ahlak -ki bu güzel olandır- ve mezmum (yerilen) ahlak -ki bu kötü olandır- olmak üzere ikiye ayrılır. Salik, birinci türdeki ahlaka sahip olup diğerinden sakınmalıdır. Güzel ahlakın birçok çeşidi vardır. Affetmek, ihsan etmek, iyilik ve takva konusunda yardımlaşmak, nimetlere şükretmek, belanın kalkması için sadece onu gönderen zattan -ki o da Allah Teala’dır- istimdat etmek bunlardan birkaçıdır. Bunların tersi de kötü ahlaktır.

[Belanın Kalkması İçin Dua Edilmeli]

Acıyı ve varlığını hissetmekle belanın hükmü tamama erer, daim ve baki olması zorunlu değildir. Şeyh [İbn Arabi] Kuddise Sirruhu der ki: Bela, elemin varlığı ve hissedilmesinden başka bir şey değildir. Bu konuda tasavvuf/tarikat ehlinden birçok kimse başlarına gelen kötü olaylar karşısında Allah’a şikayette bulunmaktan kendilerini alıkoyarak hataya düşerler. “Allah’ın bize verdiği belalarda ona itiraz etmeyiz. Bu rıza makamını ihlal eder” düşüncesiyle böyle yaparlar. Onlara deriz ki: Belayı hissetmek ve def edilmesini talep etmemekle rıza makamı hasıl olur. Rızanın tanımı budur, yoksa onun devam etmesi şart değildir. Zira nefis, elemin varlığı kerih görmektedir. Bu yüzden belayı elem diye tabir ettik. Dolayısıyla kula gereken, Allah’tan başına gelen belayı kaldırmasını istemektir. Zira bu Allah’ın fiilini kerih görmeye götürür ki bu durumda kerih görmek, halen de zımnen de Cenab-ı Hakk’a yönelir. Bu yüzden büyükler “Rabbim! Şüphesiz bana zarar dokundu” (Enbiya, 83) demişlerdir. Yine onlar gelecekte vaki olmasını istemedikleri şeylerden Allah’a sığınmayı öğretmişlerdir: “Ey rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükler yükleme”. (Bakara, 296).

Kaldı ki burada ilahi kahır ve kudrete mukavemet göstermek gibi bir edepsizlik vardır. Kölenin herhangi bir konuda efendisine mukavemet göstermesi kötü ahlaktır.

Kul, eğer zayıf ise kavi olan mümin kardeşinden yardım alabilir. Zira mümin kardeşiyle çoğalır/güçlenir. Nitekim insan hüzünlendiği zaman eğer tek başına ise ona ağır gelir. Eğer kendisiyle paylaşmak üzere hüznünü paylaşabileceği/atabileceği birini bulursa hafifler ve rahatlar. O kimsenin de anlattığı dertlerini güzelce dinleyerek, işini kolaylaştıran cevaplar vererek ve başına gelenden dolayı üzüldüğünü ifade ederek bu kişiye yardım etmesi gereklidir. İşte sadık dost budur:

Dostum gamlarımı bölüşendir

Benim düşmanım da onun düşmanıdır

Yine denilmiştir ki:

Ağır bir yükü insanların boynuna pay edersen hafifler

Nitekim istiane konusunda şari’den bir izin gelmiş ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “İşlerde hayrete düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyin”. Bu hadisin zahiri, evliya ve enbiya gibi mübarek türbe ve kabir ashabından yardım istemenin ve onların ziyaret etmenin faydalı olduğuna delalet etmektedir.

[Ehl-i Kabrin İşârî Manası]

Dünyada ehl-i kabir, canlılar ve ölülerdir. Yani Allah ile yaşayanlar ve ondan başka her şeyden ölenler demektir. Veya zahir ve batında emir ve nehiy gibi ilahi hükümleri icra etmek konusunda canlı, hükmedilen konuya değil hükmün kendisine teslim olmak anlamında ölü olmak manasındadır.

Ziyaret zevr kelimesinden müştaktır. Zevr de meyil demektir. Şahitte zevr haktan meyletmek (sapmaktır). Kim bir kavmi zahiri ile ziyaret ederse şüphesiz nefsi ile onlara meyletmiş olur. Kim de bir kavmi batını ile ziyaret ederse kalbi ile onlara meyletmiş olur. İşte ölüleri ziyaret etmek de teslimiyet ve onların halleriyle hallenme anlamında onlara karşı bir meyildir. Ölünün kendisinde hiçbir hükmü yoktur. Onun hükmü, onda tasarruf eden zata aittir. Kim halde bu makama uğraşırsa rical (adamlar) mertebesine ulaşmış demektir. Fakat bunun mutlak olarak değil meşru sınırda olması gerekir. Yani zahir ve batın fiillerindeki ilahi mükellefiyetlerde canlı, teslimde ise ölü olmak manasında ve zahir-batın hissinde böyle olmalıdır.

Bilesin ki hissî ölüm, hayatın yok olması ve ruhun kendisiyle hissi hayat elde ettiği cesetten ayrılması demektir. Bu durum (ölüm/ayrılık), ruh ve ceset bir araya toplandıktan sonra -ki bu duruma hayat denir- arız olur. Manevi ölüm ise cehaletin gelmesi ile ilmin yok olmasıdır.

Soru: Nefisler, [manevi] hayat demek olan Allah’ı bilme sıfatına sahip olmadan önce de cehalet sahibidir. Öyleyse cahil nasıl ölümle vasıflanır?

Cevap: Allah’ı bilmek ahz-i misakda (kâlû belâda) şahit tutukları zaman her nefsin içine işlemiştir. Fakat nefisler tabii cisimler ile birleşince ilim onlardan ayrılmıştır. Allah ise onlara akıl verdikten sonra tekrar kendini bildirerek ihya etmiştir. Zira O’nu bilmek aklın zaruretidir. Ezeli inayete mazhar olmuş nefisler, Allah’ın tekliğini bilmek anlamındaki ebedi hayat ile müşerref olarak diğer nefislerden ayrışmışlardır. Nasıl mahşer günü, ruhlar dünyada bulundukları cesetlere iade edilecekler ise bu kişilerin ilimleri de onlara iade edilmiştir. Allah Teala buyurdu ki: “Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse mi?” (Enam, 122).

Ayetteki hayat Allah’ın varlığını ikrar etmek, verilen nur ise Allah’ın tek olduğunu bilmektir. Tıpkı ölüm onun varlığını bilmemek, karanlık da onun tek olduğunu bilmemek olduğu gibi. Nitekim ahz-i misakta (kâlû belâda) sadece Allah’ın varlığımı ikrar zikredilmiş, tevhide değinilmemiştir. “Ben sizin rabbiniz değil miyim? Dediler: Evet, sen bizim rabbimizsin” (Araf, 172), O’nun rab olduğunu ikrar etmek, ortaklığa zıt değildir. Nitekim iki kişi arasında ortak bir köle, sahiplerinden hangisi ona “ben senin efendin değil miyim?” derse o “evet” diye cevap verecektir. Yukardaki ayette ise Allah Teala “Ölü iken dirilttiğimiz” demekle yetinmemiş, bilakis tevhid ehli şeref ve saadetle diğerlerin temayüz etsin diye “ve insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz” buyurmuştur.

[Tevhid]

Bilesin ki Şeyh İbn Arabi’nin (kuddise sirruhu) Allah’ı bilmek konusundaki sözlerinin özeti şöyledir: Allah’a dair olan bilgi, “Allah” kelimesinin müsemması olan zatın uluhiyetini tevhid etmek ile ilgilidir. Yoksa bizzat zatın kendisini tevhid demek değildir. Zira zatın bilinmesi mümkün değildir. Bu yüzden şeriatta Allah’ın zatı hakkında düşünmek nehyedilmiştir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki: “Allah’ın zatı hakkında düşünmeyin”, Allah Teala buyurmuştur ki: “Allah sizi kendisinden sakındırıyor” (Âl-i İmrân, 30) yani O’nun hakkında düşünüp “şöyledir” ve “böyledir” diye hüküm vermekten sizi sakındırıyor demektir. Halbuki uluhiyet hakkında konuşmak yasaklanmamıştır.

Tevhidi bilmek, keşfî ve şühûdî bir zevkin değil fikrî bir delilin bilgisidir. Bu asla zevkî olmaz. Zat ise fikir ile idrak edilmez. Onu o olarak müşahede etmek ehlüllaha göre imkansızdır. Ancak onu kendisinde ortaya çıktığı mazharları vardır ki kulların gözü de ancak bu mazharlara erişebilmektedir. Bizim elimizde Allah’a dair tek bilgi tenzihî ve fiili sıfatlardır. Allah’ın nefsî ve subûtî bir sıfatını bildiği söyleyen kimse batıl bir zan içerisindedir. Bu açılması imkansız kilitli bir kapıdır.

Öyleyse sen ölüleri ziyaret etmeyi, onlarla beraber olmayı, işleri olduğu gibi idrak edememek konusunda onlar gibi olmayı ihmal etme. Biz ancak ve ancak [Arapçadaki] mukarebe fiillerini kullanabiliriz. Mesela gerçekte emir olmadığı halde [emir olmaya yaklaştı anlamdında] “Damat neredeyse emir oldu” denilir. Keza hacca yaklaştı anlamında “Zeyd neredeyse hacı oldu” denilir.

Üsküdarlı Seyyid Şeyh Mahmud’un (rahimehullah) “el-Fethu’l-İlâhî” isimli risalesi burada sona erdi.

 

Yazının tüm hakları İsmailağa Telif ve Araştırma Merkezi’nce mahfuzdur.


 [1]  Burada iki defa geçen “incelik” kelimesi eserin nüshalarında bu şekildedir. Fakat bu ibarelerin kaynağı olan Fütûhât’da bu kelime yerine “rif’at/yükseklik” kelimesi mevcuttur.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu