Vahyi Seleften Farklı Tarif Eden Müslümanlar(!)
Dinleri İslam olan (!) bu kimseler, vahiy akidesi hususunda ve aslında buna bağlı olarak birçok hususta Müslümanlarla düşmanları arasındaki mesafeyi azaltmaya gayret etmiş, bunu sağlamak için de vahiy hakkında yeni tarifler ve tanımlar yapmışlardır. Bu yeni tarifleri yaparken, selefin vahiy tarifiyle din düşmanlarının vahiy tarifi arasında oluşan taban tabana zıtlık ve çelişkinin oluşmamasına da dikkat etmişlerdir!
Sonrasında batılı oryantalistlerin vahiy tariflerini usta bir şekilde tevil etmeye çalışarak, onların bu tariflerinin Müslümanların vahiy tarifine çok da uzak olmadığını iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir[1]!
İşte yeni akılcılık akımının adamları olan o bazı Müslümanlar, tüm bunları İslam’ın modern bilimin teorilerine muhalif düşme korkusuyla yapmışlardır. Bu yüzden de vahyin ispatı ile onu batılıların ve materyalistlerin akıllarına yaklaştırma gayreti, onların araştırmalarında çok önemli ve geniş bir yer bulmuştur.
Bu anlatılan sebeplerden dolayı Muhammed Abduh selefin yaptığı vahiy tarifini bir kenara bırakıp, kendine göre yeni bir tarif yapmıştır. Talebesi Reşid Rıza’nın ifadesiyle alıştığı şeyleri yapmaktan bıkan ve bilmediği türden bir şey arayan[2] Abduh vahyin yeni tarifinde (!) şöyle demiştir:
“(Selef) Vahyi, şeriatta: “Allah Teâlâ’nın peygamberlerinden birine şer’î bir hükmü bildirmesi” şeklinde tarif etmişlerdir. Biz ise kendi şartımıza göre vahyi şöyle tarif ederiz: “Vahiy, vasıtalı ya da vasıtasız Allah’tan geldiğini yakinen bilmesiyle birlikte kişinin kendi nefsinde bulduğu iç buluş ve irfandır!” Bu tarife göre vahyin ilhamdan farkı ise, ilhamın “nereden geldiği belli olmadan nefsin yakinen inandığı ve uyum sağladığı bir iç buluş” olmasıdır. Bu yönden ilham kişinin hissettiği açlık, susuzluk, hüzün ve sevince benzer[3].”
Şimdi bu tarifte geçen sıkıntılı ifadeleri ele alalım:
- Abduh’un tarifinde geçen “kişinin kendi nefsinde bulduğu irfandır” ifadesini hadis-i şeriflerde anlatılan vahiy çeşitlerine dair bilgiler iptal eder.
Zira Rasûlüllâh Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’e “Ey Allah’ın Rasûlü! Vahiy sana nasıl geliyor?” diye sorulduğunda, “Bazan çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum. Bazan da melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben de onun söylediğini aynen bellemiş olurum[4].” şeklinde cevap vermiştir. Bu ve diğer rivayetlerde anlatılan vahiy çeşitlerine Abduh’un “kişinin kendi nefsinde bulduğu irfandır” vasfı uymamaktadır. Öyleyse bu tarif caiz olmayan bir vasf-ı kâsırdır, noksan bir tanımdır.
- Aynı şekilde Abduh’un vahiy tarifinde geçen “Allah’tan geldiğini yakinen bilmesiyle birlikte” ifadesi de sıkıntılıdır.
Zira bazı kimseler, kalbine düşen irfanın Allah’tan geldiğine kesin inansa dahi bu bilgiler şeytandan gelmiş olabilir. Hatta dini konularda vesveseli kimselerin yaşadığı vesvese, onlara göre ilahi bir tembihtir! Bu yüzden mesela abdesti eksik aldığını düşünüp tekrar tekrar abdest alır. Hâlbuki bu Allah’tan gelen bir tembih falan değil, bilakis şeytanın vesvesesinin ta kendisidir.
- Yine Abduh’un vahyin tarifinde kullandığı “kişinin kendi nefsinde bulduğu” ifadesi de batıldır.
Zira vahiy insanın kendi nefsinden değil, hariçten yani Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan gelir. Abduh’un bu ifadesi tam da İslam düşmanlarının vahiy konusunda ortaya attıkları iddia ve şüphelerdendir!
Reşid Rıza da bir yandan selefin vahiy tarifinden tamamen yüz çevirmekten imtina etmiş, ama diğer yandan hocası Abduh’un vahiy tarifini de göz ardı edememiş ve şu tarifi yapmıştır:
“Vahiy, lügatte gizlice bir şeyi bildirmek demektir. Allah Teâlâ’nın peygamberlerine vahyi ise; çalışmaları ya da başkasından öğrenmeleri söz konusu olmaksızın onlara özel kılınan bir ilimdir ki, tefekkür/iyice düşünme ya da istinbat/çıkarım yapmadan onu kendi nefislerinde bulurlar. Bununla birlikte kalplerine bunu yerleştirenin Allah Teâlâ olduğuna dair onlarda zaruri bir bilgi oluşur. Bazen bir melek temessül edip bu ilmi onlara telkin eder, bazen melek vasıtası olmadan bu olay gerçekleşir[5].
Görüldüğü gibi Reşid Rıza’nın bu vahiy tarifi de sıkıntılıdır.
- Bu tarifte geçen “başkasından öğrenmeleri söz konusu olmaksızın” ifadesini “O kuvvetleri çok şiddetli olan (Cibril) O’na (Kur’an’ı) öğretmiştir” ayeti kerimesi[6] iptal eder. Ayrıca bizzat Reşid Rıza bu tarifini “bazen bir melek temessül edip bu ilmi onlara telkin eder” ifadesiyle nakz etmiştir!
- Yine Reşid Rıza’nın “kendi nefislerinde bulurlar” ifadesi sorunludur. Muhammed Abduh ve talebesi Reşid Rıza’nın vahyi bu ifadelerle tarif etmekte ısrarcı olmalarının sebebi acaba nedir?
Bizce bu ifadelerin, vahyin ilâhî olup Allah’tan geldiğini inkâr ederek “Muhammed’in kendi nefsinde doğan vahyi nefsî” olduğunu iddia eden bazı müsteşriklerden etkilenmekten başka sebebi yoktur[7]!
***
Daha sonra (kendi tarifine göre olan) vahyin vukuunun/gerçekleşmesinin imkânından bahseden Abduh, bunun anlamak istemeyenlerin dışındakiler için gayet anlaşılır bir olay olduğunu ifade eder[8].
Madem Abduh’a göre -anlamak istemeyenler hariç- vahyin hakikatini idrak etmek mümkünse kendisine layık olan, selefin kitap ve sünnete dayanan vahiy tarifini kabul etmesi, kendisi ve talebelerinin sürekli “vahiy peygamberin nefsinde bulduğu irfandır”, “başkasından öğrenmeleri söz konusu olmaksızın” gibi ifadeleri kullanmayı bırakmalarıdır! Maalesef onlar bu tarifleri yaparak asrın bilim adamlarına yaklaşmaya çalışmışlar, selefin Kur’an ve sünnete dayalı tarifinden uzaklaştıkları ölçüde batıdan kabul ve takdir görmüşlerdir[9].
***
Abduh vahyin imkânını ispat sadedinde sözlerini şöyle sürdürür: “Fikir kabiliyetini ve inceleme nimetini hibe eden Allah katından olduğunu bilmekle beraber, düşünme ve birtakım mukaddimeler tertip etmeksizin birine inkişaf etmeyen bazı şeylerin başka birine inkişaf etmesinde ve vahiyde hangi muhal oluş söz konusudur? Apaçık şahit olunan şeylerden biri de akılların derecelerinin birbirinden farklı olduğudur. Bu yüzden bazı akıllar diğer bazı akıllardan üstün olup, düşük akıl yüksek aklın bulunduğu durumu ancak icmalen/özet olarak idrak edebilir. Bu sadece eğitimdeki farklılıktan değil, aynı zamanda insanın seçme yetkisinin olmadığı fıtrat farklılığından da kaynaklanabilir. Bazı akıllılara göre nazarî/teorik bilgi ifade eden bir şey daha yüksek seviyeli akıllılara göre bedihi/apaçık bir bilgi olabilir. Akıl sınırlandırılamayacak mertebelere kadar yükselmeye devam edebilir[10]”.
Sonra şöyle der: “Kişi, geride anlattığımız mukaddimeleri kabul ettiğinde -ki kabul etmekten kaçışı da yoktur- bazı beşeri nefislerin fıtratındaki cevherin temizliğinden ötürü kendisine verilen ilahi feyze hazır olma kabiliyeti neticesinde yüce ufuk (ufuk-i a’lâ) ile bağlantı kurmasını, insanlığın en yüce zirvesine ulaşmasını ve Allah’ın emirlerinden başkalarının akletmeye dahi ulaşamadığı bazı şeyleri apaçık bir müşahedeyle müşahede etmesini kabul etmemesi aklının zayıflığından ve o mukaddimelerin ulaştırdığı neticeden geri dönmesinden dolayıdır.
İşte bu üstün nefisler (peygamberler) Alîm ve Hakîm olan Allah’tan, bizden birinin üstadından talimatlar alması gibi vazifeler telakki etmişler, daha sonra insanlara bu vazifeleri tebliğ etmişlerdir. Bu Allah’ın her ümmet ve her zamanda sünneti/âdetidir. Ancak insan türü olgunluğa ulaştığında ve Allah’ın insanın hidayeti için tayin ettiği alametler onun irşadı için yeterli olduğunda risalet sonlandırılıp nübüvvet kapısı kapatılır[11]”.
Abduh’un “insan türü olgunluğa ulaştığında” ifadesinde bir duraklayalım. Bu ifadeler, yeni akılcılık ekolünün adamları tarafından çok dillendirilen bir meseledir. Bunlar insanın rüşte ulaşması iddiası üzerine vahyin ve nübüvvetin kesilmesi neticesini bina ederler. Onların bundan maksatlarının ne olduğunu sorgulayalım.
Biliyoruz ki Abduh’a göre insan toplumu tarih boyunca çeşitli merhalelere uğramış, önce sadece hisleriyle idrak edebildiklerine ülfet ettiği, eliyle dokunamadıklarını zihniyle düşünmesinin çok zor olduğu bir nevi tıfıllık/çocukluk dönemi yaşamış[12] daha sonra gelişe gelişe bahsedilen rüşt/olgunluk çağına ulaşmıştır.
Biz Abduh’un “İnsan insan türü olgunluğa ulaştığında risalet sonlandırılıp nübüvvet kapısı kapatılır” ifadelerinden şunu anlayabiliriz: “Nübüvvet ve akıl bir seviyede olup, biri diğerinden ihtiyaçsız bırakır. Aklın kemale ermediği dönemlerde nübüvvet gelip peygamberler gönderilir. Akıl kemale erip insanoğlu rüşt çağına ulaştığında ise nübüvvete ve peygamberlere olan ihtiyaç sona erer! Buna göre bugün insanlık kemale ermiş ve ne nübüvvete ne de nübüvvetin yol göstermesine ihtiyacı kalmamıştır. O zaman bizim de aklın hükümleri ve yol göstermesiyle yetinmemiz gerekir?!
Abduh’un ifadelerinden çıkardığım bu sonucun bir yanlış anlama neticesinde oluştuğu zannedilmesin diye, Abduh’un görüşlerinden etkilenen ve sürekli onun sözleriyle istidlalde bulunan Dr. Muhammed Ahmed Halefullah’ın[13] bu konu hakkındaki ifadelerine işaret edeceğim:
“Kur’an’ın Muhammed hakkındaki “Muhammed sizin adamlarınızdan birinin babası değildir. Bilakis O, Allah’ın rasülü ve peygamberlerin sonuncusudur” (Ahzâb/ 49) ifadesi, insan aklının ve Arap fikrinin özgürleştirilmesi hususunda çok önemli bir vesikadır. Bu vesika, insanlığın artık olgunluk ve ağırlıkları yüklenme çağına ulaştığını, bugünden sonra semadan gelecek bir vahye muhtaç olmadığını ifade eder[14]!?”
Halefullah bu iddialarını defalarca teyit ederek şöyle der: “Kur’an-ı Kerim, nübüvvet ve risâleti sonlandırarak semanın yeryüzüne vesayetini/yöneticilik ve gözetimini yasaklamıştır!?[15]”
Herhalde artık durum açıkça anlaşılmıştır. Bizim diyeceklerimiz şunlardır:
Vahyin kesilmesi, asla insanın kemale ermesinden dolayı olmamıştır. Zaten insanoğlu tam bir olgunluğa falan da ulaşmamış, tam aksine cahiliye ve putperestlik döneminden daha cahil ve daha sapkın bir hale gelmiştir. İnsanlığın kemale ve rüşte ulaştığı iddiası, din konusunda insanları şüphelendirmeye çalışanların ortaya attığı bir gelişim teorisinden ibarettir. Bunlar, insanın hiçbir şey anlamadan hayata başladığını, olgunluğa ulaşana kadar aklının geliştiğini iddia etmişlerdir[16].
***
Şimdi de Abduh’un meleklerin ses ve siluetinin temessülünü inkâr edenlere verdiği cevaplara kulak verelim:
“Bu ruhların (meleklerin) suret ve seslerinin Allah’ın bu makamı özel olarak kendilerine ihsan ettiği kimselere (peygamberlere) temessülü (görünmesi/ kendisini göstermesi) meselesine gelince; aslında peygamber düşmanlarının da bazı özel hastalıklara yakalanan kişilerle alakalı inandıkları hallere çok uzak değildir. Çünkü kendi inançlarına göre bu hastaların akıllarındaki bazı olayların hayallerinde temessül ederek mahsus bir şey derecesine ulaştığını kabul etmişler, hakikatte böyle bir şey vaki olmadığı halde, hastanın onları görüp duyduğu hatta dövüşüp boğuştuğu şeklindeki ifadelerini tasdik etmişlerdir. Nefisten başka kaynağı olmadığı halde akıldaki suretlerin temessülü caiz oluyorsa, yüksek nefislerde akledilen, his âleminden inip mukaddes sahalarla irtibat kuran hakikatlerin temessülü niçin caiz olmasın? Bundan lazım gelecek en son nokta, onların ruhlarının bedenleriyle olan alakalarının diğer kimselerde bulunmayan ve bilinmeyen bir alaka oluşudur. Çünkü onların insanlar içerisindeki konumları da farklıdır. Bu farklılık onların diğer insanlardan ayrıldıkları en önemli noktalardan olup, burada onların peygamberliklerine ve şahitlerinin selametine delil vardır[17]…”
Talebesi Reşid Rıza ise, bu meseleyi selefin getirdiği hücceti beğenmeyerek yeni bir hüccetle ispat etmeye çalışır ve şöyle der: “Meleğin temessülü meselesine gelince, (selef) “Bu olay haddi zatında mümkündür, bunu sadık olan peygamberler haber verdiğine göre de tasdiki vaciptir“ diyerek yetiniyorlardı. Biz ise deriz ki: “Bugün pozitif ilimler gayb âleminin haberlerinin tamamını akla hatta bir şekilde hisse dahi yaklaştırmıştır. Hatta bu asırda eskilerin sadece garip değil bilakis akla göre muhal saydıkları bazı maddi icatlar zuhur etmiştir. Kimyager bir insan çok kesif cisimlerin gaza dönüşüp latifliğinden dolayı görünmez hale gelmesini tahlil edince, yine latif birçok maddenin kesifleşip donuklaştığını da müşahede edince, büyük kuvvet sahibi ruhlardan olan meleğin kendisinde yerleştirilmiş olan bu âlemin bazı maddelerini alarak kendisini mesela insan suretinde kesifleştirmesini neden garip görsün?
Peygamberlerin gayb âlemine dair verdikleri haberleri sadece akla değil hisse bile yaklaştıran acayip elektronik icatları bir kenara bırak! Elektrik meleklerin emrine amade kılınmış bir kuvvet değil midir? Yine bütün ümmetlerin bilim adamlarının ispat ettikleri bazı beşer ruhlarının bazı insanlara birtakım cesetler suretinde temessül etmesini de bir kenara bırak[18].”
Biz vahyin vukuunun imkânına, bazı hastaların hayal alemlerinde görüp duydukları hatta dövüşüp kavga ettikleri bir şeylerin temessül etmesiyle delil getirilmesini kabul etmiyoruz. Çünkü bu hakikatte gerçek değildir. Bununla vahyin imkânına delil getirilmesini de kabul etmiyoruz, çünkü peygamberlere vahyin gelişi hayal değil hakikattir. Dolayısıyla hayalin vukuuyla hakikatin vukuuna delil getirilmez. Ancak bunu iddia eden Abduh ve benzerleri peygambere gelen vahiyden vahy-i nefsî ve vahy-i zâtîyi kastediyorlarsa başka! Bu zaten İslam düşmanlarının iddiası olup, vahiy hususunda insanları şüpheye düşürmek için temenni ettikleri en nihai noktadır.
Bunlar Abduh’un istidlali hususundadır. Reşid Rıza ise istidlali esnasında zikrettiği “bazı beşer ruhlarının bazı insanlara birtakım cesetler suretinde temessül etmesi” meselesinden herhalde kendi döneminde yaygın olan “ruh çağırma” ameliyesini kastetmektedir. Eğer durum öyleyse, o da hocası gibi batıl bir işle hak bir olayın vukuuna delil getirmeye çalışmaktadır. Evet, dönemin kültürlü pek çok insanı ruh çağırma meselesine kanmış, bazıları bu olayın etrafında dönen aldatmaca, göz boyama, hayal ve evhamı idrak etmiş, bu işi yalanlayıp hakikatini ortaya koymuştur. Dileyen Dr. Muhammed Muhammed Hüseyn’in “er-Rûhiyyetü’l-Hadîse Da’vetün Heddâme” adlı eserini mütalaa edebilir.
***
Devam edecek…
[1] Halbuki o batılıların bazıları, “Muhammed peygamber değil, abkarî/ dâhî bir kimseydi, Kur’an da hakiki vahiy yoluyla gelmemiş, O’nun doğru bilgileri neticesinde zuhur etmiştir” demişlerdir!
[2] Bkz: Reşid Rıza, Tarih, c. 1, s. 11.
[3] Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhîd, s. 108.
[4] Buhârî, Sahîh, hadis no: 2, 3215.
[5] Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 1, s. 220.
[6] Necm Suresi ayet: 5.
[7] Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, “Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyyeti’l-Hadîse fi’t-Tefsîr” c. 2, s. 489.
[8] Bkz: Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhîd, s. 109.
[9] Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, a.g.e. c. 2, s. 489.
[10] Bkz: Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhîd, s. 110.
[11] Bkz: Muhammed Abduh, a.g.e., s. 110-111.
[12] Bkz: Muhammed Abduh, a.g.e., s. 166.
[13] Kur’an kıssalarına ilişkin teorisiyle tanınan Mısırlı edebiyatçı, düşünür ve siyasetçi. (1916-1997) Bu zat kısaca Kur’an kıssalarına efsane diyen el-Fennü’l-ḳaṣaṣî fi’l-Ḳurʾân adlı tezi ile çok tartışılan hatta bir çok alim heyeti tarafından küfre götüren iddialar taşıdığı ifade edilerek aleyhinde kararlar alınan bir şahıstır.
[14] Muhammed Ahmed Halefullah, el-Kur’ân ve Müşkilâtü Hayâtinâ’l-Muâsıra, s. 78.
[15] Muhammed Ahmed Halefullah, a.g.e. s. 81.
[16] Menhecü’l-medreseti’l-akliyyeti’l-hadîse fi’t-tefsîr” adlı eserin “Aslu’l-İnsân” bölümünde bunlara geniş çaplı cevap verilmiştir.
[17] Bkz: Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhîd, s. 112-113.
[18] Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 1 s. 220-221.