MakalelerTefsir

Vahiy Hakkındaki Çarpık İddialara Cevaplar -3-

Vahiy Hakkındaki Çarpık İddialara Cevaplar -1- yazısı için tıklayınız.

Vahiy Hakkındaki Çarpık İddialara Cevaplar -2- yazısı için tıklayınız.

Vahyin Vukuu

Akılcılık ekolünün mensupları, vahyin vukuunun imkanına delil getirdikten sonra, vahyin vukuunun ispatına geçerler. Zira bir şeyin meydana gelmesinin mümkün olması, o şeyin var olduğu anlamına gelmemektedir.

Muhammed Abduh Risaletü’t-Tevhid’inde insanları “şahid” ve “gaib” olmak üzere iki kısma ayırdıktan sonra vahyin vukuunu ispat ettiği “Vahyin ve Risâletin Vukuu” adıyla bir başlık açar ve şöyle der:

“Bir peygamberin risâleti ve Rabbinden naklettikleri hususunda doğru olduğuna delil, o peygamberin halini ve Rabbinin ona verdiği apaçık delilleri gören, beyana ihtiyaç kalmadan ayânen meseleyi tahkik eden “şahid” için açıktır! Ancak peygamberin gönderilme zamanından “gaib” olan kişinin delili tevatürdür.”

Abduh, peygamberleri de ikiye ayırır: “Peygamberlerden, İbrahim Musa ve İsa (Aleyhimüsselâm) gibi haberleri tevatür şartlarını tamamlayanlar vardır. Onlar gönderildikleri toplumlarda saltanat bakımından en güçlü, malı en bol kimseler olmadıkları gibi, kendilerine verilen vazifeyi tebliğ konusunda kimse onlara özel ilgi de göstermemişti. Bununla beraber karşılarına dikilen krallara ve ordularına rağmen Allah’a davet vazifelerini yerine getirip o kralların tahtlarını sarstılar. Kendilerinin gökleri ve yeri yaratan Allah tarafından tebliğde bulunduklarını anlatıp, muarız tarafın kuvvetinin yanında düşük kalacağı deliller getirdiler… (ilâ ahirih)

“Kendilerine iman etmemiz vacip olan diğer peygamberlerin peygamberliğini ispat için ise, bizim Peygamberimiz Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in risaletini ispat etmemiz yeter. Zira verdiği haberlerde dosdoğru olan Rasûlüllâh Sallallâhü Aleyhi ve Sellem bize onların peygamberliklerini haber vermiştir.”[1]

Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî burada Abduh’a herhangi bir reddiyede bulunmamıştır.[2]

Vahiy Hakkında Bazı Şüpheler ve Bu Şüphelere Verdikleri Cevaplar

Vahyin imkânının ve vukuunun ispatı için uygun gördükleri aklî delilleri getirdikten sonra yeni akılcılık akımının mensupları, peygamberlik müessesesine ve kendi ekollerine düşman bazı kimseler tarafından vahye dair ortaya atılan şüphelere çokça reddiye yapmışlardır. Biz burada biri eski, diğeri yeni olmak üzere iki şüpheye yaptıkları reddi zikretmekle yetinelim:

a. Birincisi (eski şüphe) hakkında Reşid Rıza şöyle der:

Kavmi içerisinden o kâfir olmuş, âhirete kavuşmayı yalanlamış ve o en alçak hayatta kendilerini nimetlere boğmuş olduğumuz ileri gelen kimseler de (birbirlerine) dedi ki: “İşte bu ancak sizin gibi bir beşerdir ki, sizin kendisinden yemekte bulunduğunuz şeylerden yemektedir ve içtiklerinizden içmektedir. Andolsun ki; kendiniz gibi bir beşere (teslim olup, her konuda ona) itaat edecek olursanız, o takdirde şüphesiz ki siz, elbette (kendilerini alçaltan kimseler konumuna düşeceğiniz için, akıllarını) kaybeden kimselersiniz!” (Mü’minûn, 33-34).

Bu ayetlerde beyan edildiği üzere, onlar (müşrikler) kendileri gibi beşer olan birine vahyedilmesini uzak görünce, Allah’tan gelen peygamberin ya melek, ya da melekle desteklenen bir beşer olması gerektiğini düşündüler:

“Yine dediler ki: “İşte bu Rasûl (olduğunu sanan kişiy)e ne oldu ki; (bizim gibi) yemek yemektedir ve sokaklarda yürümektedir! (Bu durumda bizden ne üstünlüğü olabilir? Peygamberin yeme ve geçinme derdinden uzak bir melek olması gerekmez miydi? Haydi insan oldu diyelim; o zaman) kendisine bir melek indirilseydi de onunla beraber bir uyarıcı olsaydı (böylece biz de meleğin tasdîkiyle onun peygamber olduğunu kolayca anlasaydık) ya!” (Furkan, 7).

Bu şüphe En’am suresinin 8. ve 9. Ayetlerinde Allah Teâlâ’nın melek indirmedeki sünneti/âdeti ve beşerin tamamının meleği görüp ondan ilim almaya gücünün yetmeyeceği beyan edilerek reddedilmiştir:

O (Müşrik ola)nlar (Rasûlüllah’ı inkâr etmek için): “Onun üzerine bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirecek olsaydık, elbette (onu da inkâr edecekleri için) o (helâk edilme)(leri) bitirilmiş olurdu, sonra da (tevbe etmeleri için) mühlet verilmezlerdi.

Eğer Biz (onların, kendilerine melek cinsi bir peygamber gönderilme taleplerini yerine getirmek üzere) onu bir melek yapacak olsaydık, (beşerin gücü meleği görmeye dayanamayacağından) elbette onu bir adam (suretinde) yapacaktık ve (peygamberin insandan olması konusunda kendi kendilerine) karıştırmış oldukları o şeyi Biz yine onlara mutlaka karışık kılacaktık. (Böylece onlar Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)`e inanmadıkları gibi, insan şeklinde gelecek melek için de: “Bu ancak bizim gibi bir adamdır!” deyip inanmayacaklardı.) (En’âm, 8-9)[3].

b- Reşid Rıza yeni şüpheyi ise Cenevre üniversitesinde şark dilleri profesörü olan Fransız müsteşrik Edward Monte’e nispet eder. Edward şöyle der: “Benî İsrail’in peygamberleri gibi Muhammed de sadık bir peygamberdi. Onlar gibi O’na da rüya gösterilir ve vahyedilirdi. Selefi olan Benî İsrail’in peygamberleri gibi dini akide ve ilahlık müessesinin varlığı fikri O’nda da mevcut idi. Bunun neticesinde onlarda meydana gelen “ilham-ı nefsî” O’nda da gerçekleşirdi![4]

Reşid Rıza, Edward Monte’nin bu sözleri hakkında şunları söyler: “O’nun özelliklerini açıklayıp tefsir ettiği bu şey, maddiyyünün/materyalistlerin mutlak vahyi illetlendirdiği talilin ta kendisidir.”[5]

Materyalistlerin Peygamberimiz ve Vahiy Hakkındaki Yorumları

Reşid Rıza sonrasında sözlerini şöyle sürdürür: “Bu materyalistlerin görüşünün özeti; “vahyin hariçten değil de kendisine vahyedilen peygamberin kendi nefsinden gelen bir ilham” oluşudur. Bu da şöyle izah edilebilir: “O’nun yüce nefsi ve saf iç âlemi, Allah’a ve O’na ibadet etmenin gerekliliğine imanının kuvveti, putperestlikten ve çirkin adetlerden uzak oluşu, zihninde ve aklında birtakım haller ve görüşlerin tecelli etmesine tesir etmişti. Bu sebeple olması gerektiğini düşündüğü meseleleri, semadan vasıtasız olarak inen ilahi bir irşad olarak tasavvur etmiş, ya da gayb âleminden gelen bir melek olduğunu düşündüğü bir adam ona gözükmüştür. Aslında Peygamber, bütün peygamberlerin vahiy yollarından olan uykuda bir şeyler duyup görmesi gibi, kendi itikat ettiği şeyleri uyanıkken de görmüş ve işitmiş, böylece meleğin kendisine bir şeyler söylediğine itikat etmiştir. Neticede peygamberin kalbine atılan ya da meleğin kulağına attığı şeyler, O’na (peygambere) göre sadık bir haberdir.”

Bu materyalizm mensupları şöyle de derler: “Biz Muhammed’in görüp işittiklerine dair verdiği haberlerde doğru söylediğinden şüphe etmiyoruz. Ancak bunun menbaının/kaynağının kendi nefsi olduğunu, herkesin bildiği madde ve tabiat âleminin ötesindeki gayb âlemi denen yerden gelmediğini söylüyoruz. Çünkü bize göre böyle bir şeyi nefyedip muhal kılacak bir delil sabit olmadığı gibi varlığı da sabit değildir! Bizler mutat olmayan zahirleri bildiğimiz ve bizce sabit olan şeylerle tefsir ederiz”.[6]

Sonra Reşid Rıza bu materyalistlerin “vahyin Muhammed’in kendi nefsinden ve fikirlerinden doğduğunu” nasıl istinbat ettiklerini zikredip, bunun (meseleyi) akla yaklaştırma hususunda benzeri görülmemiş ve duyulmamış bir istinbat olduğunu ifade ederek şöyle der:

“Muhammed’in heyûlânî (temel) aklı, kendi nuruyla kavminin puta tapmasının batıllığını idrak edebilmişti ki bunu O’nun kavminden başka birtakım kimseler de idrak etmişlerdi (Amennâ ve saddeknâ!) Muhammed’in tertemiz fıtratı, kavminin faiz ve kumar yoluyla mal elde etmek için çekişip yarışmasını hakir görmüştü. (Amennâ!)

Kendisinin ve amcası Ebu Talib’in fakirliği, kavminin sarhoşluk, çalgı çengi ve eğlencelerle dolu israf hayatına dalmaktan O’nu engellemişti. (Doğru olan bunu aczinden dolayı değil, yanlış gördüğü için terk etmiş oluşudur.) Ve O, kavmini şirkten ve bu çirkinlikler ile fuhşiyattan kurtarmak için uzun uzun tefekkürde bulunurdu. (Buna bir mâni yoktur.)

Muhammed, yolculuklarında ve Mekke’de karşılaştığı Hristiyanlardan Allah’ın İsrailoğulları’na ve diğer kavimlere gönderdiği ve onları karanlıklardan nura çıkaran peygamberlerle alakalı birçok bilgi toplamıştı. (Bu iddia bize göre doğru değildir, lakin bize zarar da vermez!) Ancak aklı, Hristiyanlığın tahrife uğraması neticesinde ortaya çıkan (İsa ve annesinin ilahlığı gibi) sıkıntılı görüşlerden dolayı, bu bilgilerin tamamını da kabullenemiyordu. (Bu ifade de bir önceki cümle üzerine bina edilmiş, makul ancak menkul olmayan bir iddiadır).

Yine O, Allah’ın geçmiş peygamberler gibi, Hicaz’da Araplara da bir peygamber göndereceğini ve İsa Aleyhisselâm’ın bunu müjdelediğini duymuştu. Bu mesele aklına takıldı. Bahsedilen o peygamberin kendisi olmasını arzulamaya başladı. (Bu ifade de geridekilere mebni olup tenkidi ileride gelecektir.)

Neticede Allah’a ibadet ederek, Hira mağarasında inzivaya çekilmek suretiyle buna vesileler aramaya başladı. Hira’da imanı kuvvetlendi, vicdanı yüceldi, tefekkür ufku genişledi, basiretinin nuru arttı.

Büyük aklı, yerde ve göklerdeki kâinatı yoktan var eden zata delalet eden apaçık delilleri idrak etti. Düşünmeye, beklemeye, elemlerle emeller arasında gidip gelmeye devam etti. En nihayetinde kendisinin, beşerin hidayeti için Allah tarafından gönderilen beklenen peygamber olduğuna yakinen inandı! Bu itikat rüyalarında da kendisine tecelli edip iyice kuvvetlendi, ta ki kendisine uyanık halde iken vahyi telkin eden bir melek görünmeye/temessüle başladı.

Bu vahiylerle kendisine gelen malumat, aslında zikrettiğimiz bilgilerden alıntılanmış ve doğru olanlarla olmayanlarını ayırt etme hususunda aklıyla fikrinin ulaştırdığı şeylerden esinlenmiştir! Ancak bunlar, Muhammed’e semadan inen bir şey; Musa, İsa ve diğer peygamberlere gelen vahiy meleği Cebrail vasıtasıyla indirilen Allah hitabı olarak tecelli etmekteydi!”[7]

Materyalistlerin İddialarının İptali

İşte bu ifadeler, materyalistlerin şüphelerine dair getirdikleri delillerin tafsilatıdır. Reşid Rıza, bu iddiaları zikrettikten sonra bunları birçok yönden çürütmüş ve iptal etmiştir:

1. Vecih: Bu neticeye vardıkları birçok mukaddime, zikrederken işaret ettiğimiz gibi ya hayali görüşler ya da batıl iddialar olup sabit olan tarihi bilgiler değildir. Mukaddimeler batıl olunca neticeyi kabul etme zorunluluğu da düşer.

2. Vecih: Eğer Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem, Şam’da Hristiyan âlimlerinden bir şeyler öğrense ya da onlarla arkadaşlık etseydi, O’nun hakkında bilinen ya da söylenen hiçbir şeyi terk etmeyen tâbileri elbette bunu da naklederlerdi. Hatta onlar böyle bir haber sabit olmasa bile onu kitaplarına kaydederler, sıhhati meselesini de isnadına havale ederlerdi.

3. Vecih: Eğer bahsedilen şüphe gerçek olsaydı, O’nun büyük müşrik düşmanları, “vahiy diye getirdikleri aslında Şam’da Hristiyanlardan öğrendiği şeylermiş!” diyerek bunu kullanırlardı. Çünkü müşrikler bundan çok daha zayıf ve saçma iddiaları dahi dile getirmişlerdi.

4. Vecih: Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in kendisine vahiy gelmeden önce geçmiş peygamberlerle alakalı herhangi bir bilgiye sahip olmadığını ifade eden Kur’an-ı Kerim’in nasları gayet açıktır. Hâlbuki bu iddiayı dile getiren materyalistler de Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in kimseye yalan söylemediği konusunda bizimle hemfikirdirler. İnsana yalan söylemeyen Allah’a nasıl iftira atabilir?!

5. Vecih: Ne sahih ne de zayıf haberlerde Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in beklenen peygamberin kendisi olmasını arzuladığına dair bir bilgi yoktur. Eğer böyle bir şey rivayet edilseydi, Ümeyye b. Salt hakkında rivayet ettikleri gibi Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in bu haberini tedvin ederlerdi. Çünkü muhaddisler, O’ndan gelen hiçbir şeyi terk etmemişler kesinlikle rivayet etmişlerdir.

6. Vecih: Buhari ve Müslim’in Sahîh’lerinde, yine başka muhaddislerin kitaplarında zikrettikleri “bed’ü’l-vahy” rivayetlerine göre, Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem ilk defa vahiy meleğini gördüğünde korkmuştur.

7. Vecih: Eğer peygamberlik Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in arzuladığı ve beklediği bir şey olsaydı ve halvete çekilmesi, mağarada ibadete yönelmesi gibi sebeplerle peygamberlik hususundaki kabiliyeti tamamlanmış olsaydı kendisine vahiy gelir gelmez o kabına sığmayan nefsindeki ve dertli kalbindeki bütün düşünceler imanın aslını, dinlerdeki tevhidi anlatan Kur’an’ın en beliğ surelerin birinde ya da birkaçında açıkça zuhur ederdi.

Ama O (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem), insanlara tek bir sure okumadan, onları herhangi bir şeye davet etmeden ne ailesine ne akrabalarına nefsinin kendisine yöneldiği dini ıslahla alakalı bir şeyden bahsetmeden tam üç yıl bekledi. Eğer bunlardan birini bile yapsaydı, insanların kendisine en yakınları olan evindeki Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Zeyd b. Harise ya da hayatı boyunca kendisiyle arkadaşlık eden Hz. Ebubekir elbette bunu sonraki nesillere aktarırlardı. İşte sadece bu (üç yıl süren) sükût bile, O’nun Hristiyanlardan bilgi alarak ve fikir yürüterek vahye kabiliyetli ve tamamen hazır hale geldiği iddiasını çürütmeye tek başına yetecek kuvvetli bir delildir.

8. Vecih: Vahiy meselesini tahlil eden materyalizm mensuplarının tasavvur ettikleri ve Efendimizde bulunduğunu iddia ettikleri bu malumat, Kur’an vahyine kaynaklık yapamayacak kadar küçük çaplı ve maddeleri az olan şeylerdir. Hakikatte Kur’an, bırakın Allah’ın Peygamberi Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in Şam seferinde uğradığı bedevileri, rahip Bahira, Nastura, hatta bütün Şam’daki, hatta ve hatta tüm dünyadaki Hristiyan ve Yahudilerin bildiklerinden çok daha yüce, çok daha geniş, çok daha kâmildir.

9. Vecih: Kur’an-ı Kerim’de Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’e[8] muhalif olup, günümüzde dahi Yahudi ya da Hristiyanlardan herhangi birinin bununla hükmettiğini bilmediğimiz bilgiler vardır. Mesela: Musa Aleyhisselam’ı evlat edinen kadın “Sifru’l-Hurûc”a göre Firavun’un kızı iken, Kur’an-ı Kerîm’e göre Firavun’un hanımıdır.

Muhammed Sallallâhü Aleyhi ve Sellem’in getirdiği Kur’an, ilahi kitaplarda sahih ya da (tahrif edildiği için) gayri sahih olarak gelen her şeyden daha büyük ve yücedir![9]

Devam edecek…

[1] Bkz: Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhîd, s. 115-117.

[2] Bkz: Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî “Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyyeti’l-Hadîse fi’t-Tefsîr” c. 2, s. 500-501.

[3] Bkz: Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 8 s. 279.

[4] Bkz: Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 11 s. 146-147.

[5] Bkz: Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 11 s. 147.

[6] Bkz: Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 11 s. 163-164.

[7] Bkz: Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 11 s. 184-185.

[8] Ahdi Atik: Yahudilerin kutsal kitabına Hristiyanlarca verilen ad. Ahdi Cedîd: Kitab-ı Mukaddes’in sadece Hristiyanlara ait olan ikinci kısmının adı.

[9] Bkz: Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, c. 11 s. 186-190.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu