Birinci Fasıl: İstigâsenin Tarifi
“İstigâse” lügatte “gavs” kökünden türemiştir. “Gavs” lafzı “yardım” anlamına gelirken, istigâse lafzı ise “birinden yardım talep etmek” manasına gelmektedir.[1] İstigâsenin ıstılahtaki anlamı ise, Allah’ın (celle celalühü) dostu olduğuna inanılan bir kişiden huzurunda veya gıyabında yardım istemektir.
İstigâse, İki Meselenin Altına Girmektedir
Birincisi
Evliyanın kerametidir. Kim evliyanın kerametini kabul ediyorsa onun istigâseyi kabul etmek için delil talep etmesine gerek yoktur. Çünkü, zaten istigâse iki kerametin bir araya gelmesiyle oluşan bir şeydir; istigâse yapan kişi seslendiği ve istigase yapılan veli de bunu işittiği zaman bu birinci keramet olur. Bu keramet ya istigase yapan kişinin “işittirtme” kerameti ya da istigâse yapılan velinin “işitme” kerametidir. İstigâse yapılan veli yardım etmek için azmettiği zaman Allah’ın (celle celalühü) izniyle buna muvaffak olursa bu da ikinci keramettir.
İkincisi
Hakikatte tevessül ile istigâse arasında hiçbir farkın olmamasıdır.[2] Takıyyüddin es-Sübki (rahimehullah) şöyle demektedir: “İstigâse yardım talep etmektir. Yardım, bazen yaratıcıdan talep edilir ki o da tek olan Allah’tır (celle celalühü). Kur’an’da buna şöyle işaret edilir: “Hani Rabbinizden yardım istiyor, yalvarıyordunuz.” (Enfal, 9) Bazen de kesb yoluyla yardım etmesi mümkün olan bir zattan istenir. Peygamberler ile istigâse işte bu kabildendir.”[3]
Takıyyüddin es-Sübki’nin (rahimehullah) söylediklerinden anlaşılan şudur ki: Kuldan yardım istemek hakiki manada değil, mecaz kabilindendir. Çünkü biz hakiki yardım edenin, hakiki icabet edenin ve hakiki tasarruf sahibinin sadece ve sadece Allah (celle celalühü) olduğuna inanmaktayız. İstigâsenin velilere veya mahlukattan herhangi birisine nispeti tamamen “sebep olma” açısındandır. Şöyle ki, eğer bir kimse hakiki yardım edicinin o veli olduğuna inanarak bir veliye istigâse yapsa müşrik ve kafir olur. Fakat bu kişi, “Allah (celle celalühü), ‘eşyayı sebeplerinden talep edin’ kaidesi gereğince mahlukat arasında yardımlaşmayı mübah kılmıştır” itikadı ile bir veliye istigâse yaparsa bunda mahzur olmayacaktır.
İstigâseyi caiz görmeyenler, veliye istigâse yapan kişinin ister onun huzurunda ister gıyabında ister onun hayatında ister de ölümünden sonra olsun yardımın hakiki olarak veliden geldiğine inandığını zannetmekte ve bundan dolayı da istigâse yapanları şirke nispet etmektedirler ki bu, büyük bir iftiradır.
Başka bir ifade ile istigâse, tevessülün aynısıdır. Ancak istigâsede hitap kendisiyle tevessül edilen kişiyedir. Yoksa istigâsede de tevessülde de hakiki anlamda kendisinden yardım talep edilen kişi sadece Allah’tır. Kendisiyle tevessül edilen kişi yaratma anlamında değil de kesb anlamında vesile olduğu için bazen ona bazen de vesile olduğu zata hitap edilir.
İkinci Fasıl: İstigâse ile Alakalı Meseleler Hakkında
İstigâsenin cevazının delillerini zikretmeden önce bazı mukaddimeler getirmemiz gerekmektedir. O yüzden burada istigâseyi anlamak için bilinmesi gereken bazı meseleleri zikredeceğiz.
Velâyet Meselesi
“Veli” lügatte “yakın” anlamına gelmektedir. Kul, ihlasının ve itaatinin çokluğu sebebi ile Allah’a yakın olduğunda, Allah da rahmeti ve fazlı ile kuluna yakın olduğu zaman burada velayet meydana gelmektedir.[4]
Velâyet
Velâyet, umumi ve hususi diye ikiye ayrılır:
Umumi olan velayet iman velayetidir ki bu tüm Müslümanlarda vardır. İman velayetine şu ayetler delalet etmektedir: “Allah, iman edenlerin velisidir” (Bakara, 257) ve “Allah, müminlerin velisidir.” (Âl-i İmran, 68)
Hususi olan velayet ise müminlerden bazı özel kullara aittir. Veli dendiğinde akla ilk gelen bu anlamdaki velayettir. Bu velayete de şu ayetler delalet etmektedir: “Beni salih kullarının arasına kat” (Yusuf, 101), “Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır” (Hucurat, 13), “Şunu iyi bilin ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir. Onlar hakkıyla iman etmişlerdir ve Allah’a karşı gelmekten sakınıp vazifelerini tam olarak yerine getirirler.” (Yunus, 62-63). Bunlar dışındaki benzer ayetlerde de hususi velayete işaretler vardır.
Hususi Velayetten Bahseden Hadis-i Şerifler
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Allah’tan naklederek şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz Allah (celle celalühü) şöyle buyurdu: “Kim benim dostuma düşmanlık ederse ona harp ilan ederim. Kulumun bana farz dışında bir ibadetle yaklaşması farzlarla yaklaşmasından daha sevgilidir. Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam ettiği müddetçe ben de onu severim. Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu veririm. Eğer bana sığınırsa onu korurum. Ölmek istemeyen bir müminin canını almakta tereddüt ettiğim kadar hiçbir şeyde tereddüt etmedim.”[5]
Başka bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan Allah’ın (celle celalühü) ehilleri vardır.” Ashab-ı kiram: “Onlar kimdir Ya Resulallah?” diye sordular. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Onlar Kur’an ehlidir yani Allah’ın (celle celalühü) dostları ve onun hususi kullarıdır.” karşılığını verdi.[6]
Yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kul Allah için sever ve Allah için buğzeder olmadıkça sarih imanı hak etmez. Allah için sevdiği ve Allah için buğzettiği zaman ise Allah’tan bir velayeti hak eder. Benim kullarım arasındaki dostlarım ve sevgililerim, benim zikrimle zikredenler ve benim kendilerinin zikriyle zikredildiğim kişilerdir.”[7]
Bu anlattıklarımızla hususi ve umumi velayetin farklı şeyler olduğu ve ne anlama geldiği ortaya çıkmış oldu. Hususi velayeti inkâr eden kimseler, umumi velayeti ile alakalı ayetleri okuyup hususi velayete delalet eden ayetleri hiç dile getirmezler.
Bu bölümü İmam-ı Rabbani’nin (rahimehullah) Mektubat’ında söylediği şeyler ile tamamlayalım. O, Mektubat’ında şöyle demektedir: “Kişide şeriatın sureti bulunduğu zaman o kişide umumi velayet meydana gelmiş demektir. “Allah, iman edenlerin velisidir.” (Bakara, 257) İşte bu vakitten sonra sâlik tarikata adım atmaya, hususi velayete ulaşmaya ve nefsini yavaş yavaş emmariyet vasıflarından itmi’nan vasfına doğru çekmeye hazır olur. Fakat şu bilinmelidir ki hususi velayete giden yolun menzillerini aşmak şer’î amellere ve şer’î emirlerden bu tarikatın umdesi olan Allah’ı zikretmeye bağlıdır. Aynı şekilde şeriatın yasakladığı şeylerden sakınmak da bu tarikatın zaruriyatındandır. Farzları eda etmek Allah’a yaklaştırıcı amellerdendir.”[8]
[1] el-Mu’cemü’l-Vasît (غ و ث).
[2] Muhammed Zahid el-Kevseri, Makâlât, s. 298.
[3] Takıyyüddin es-Sübki, Şifâü’s-Sikâm, s. 384.
[4] Fahreddin er-Razi, Mefâtîhu’l-Gayb, c. 21, s. 86.
[5] Buhari, Sahîh, no: 6502.
[6] İbn Mace, Sünen, no: 215); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 19, s. 296-297, no: 12279.
[7] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 24, s. 316-317, no: 15549.
[8] İmam Rabbani, Mektubat, c. 2, s. 84, Mektup no: 50.