Ru’yetullahın İmkanı Meselesi ve Vücûd Delili-4- yazısı için tıklayınız.
Vücûd Deliline Dair Değerlendirme
Vücûd delili ru’yetullahın imkanı meselesinde en çok kullanılan delildir. Bazı alimlere nispet edilen başka deliller olsa da en meşhur ve maruf olan delil budur. Fakat delilin, her birine farklı farklı itirazlar gelen birçok mukaddimeye dayanması onu kendisine itimat edilmeyecek bir hale sokmaktadır. Zira delil hakkında en az on iki tane soru sorulmuştur. Bu soruların her birine doğru cevap verildiği, dolayısıyla delilin geçerli olduğu düşünülse bile itirazların çokluğu ve cevapların tatmin edici olmaması, delilin zayıf hissedilmesine sebebiyet vermektedir. Kaldı ki delil, “illet, musahhih” gibi verilen mananın farklı olması dolayısıyla kargaşaya sebep olabilecek birçok kavram içermektedir. Ayrıca “ru’yet, vücûd, inkişaf, idrak” gibi bize çok yakın olduğu için hakikatini tam olarak bilemediğimiz kavramlar da mevcuttur. Böylesi bir konuda nefsin cevaplardan apaçık mutmain olması ne kadar beklenebilir?
Vücûd Delili ve İllet
Vücûd delilinin temelinde “illet” kavramı yatmaktadır. Zira bu delilde vücûd, ru’yetin illeti yapılarak görülebilirlik hükmü, bütün mevcutlara dolayısıyla Allah Teala’ya verilmiştir. Fakat geride de ifade ettiğimiz üzere ispatlamaya çalıştığımız ru’yetten kastımızın ne olduğu sorusunun cevabı kadar illetten kastımızın ne olduğu da önemlidir. Burada illet derken meşhur illetin dört kısmından hiçbiri olamayacağı açıktır. Bu yüzden bu illeti “musahhih” diye tefsir etmişler ve ru’yete nispetle vücudu, ilme nispetle hayat gibi görmüşlerdir.
Fakat illete musahhih anlamı verildiğinde görülebilirlik hükmü bütün mevcutlara verilemeyecektir. Öyleyse burada Tilimsânî’nin şu tespiti -vallahu alem- doğru olacaktır: “Ben derim ki: vücûd delili bir mugâlata üzerine temellendirilmiştir. Şöyle ki; delilin temelinde ru’yetin bir musahhihi olması gerektiği yatmaktadır. Musahhih: ilme nispetle hayat gibi bir şeyin, kendisi olmadan sabit olamadığı şey demektir. Halbuki musahhihin var olması, musahhihin tashih ettiği şeyin (yani varlığına imkan sağladığı şeyin) var olmasını gerektirmez. [Evet, hayat olmadan ilim var olamaz fakat hayatın var olması ilmin var olmasını zorunlu kılmaz]. Dolayısıyla musahhih aslında illet değil şarttır. Âlimler ise burada illete musahhih manası verseler de [ki bu durumda illet olmaktan çıkar], ona hala ademî ile muallel olamama ve müştereğin müşterek ile muallel olması gerekmesi gibi hâkîkî illetin hükümlerini vermeye çalışmışlardır.” [1]
Öyleyse vücûd delili hakkında söylenecek en son söz şudur: Biz akılla ve gördüğümüz her şeyin var olması gibi bir tecrübe ile vücudun görülmenin şartı/olduğunu kabul etmekteyiz. Fakat buradan her mevcudun görülebileceği sonucu çıkmamaktadır. Zira şartın varlığı meşrutun varlığını zorunlu kılmaz. Yine de kelam ilminde yetkinleşmiş bir alim çıkıp, illet, musahhih, şart, ademî gibi kavramları iyice yerleştirip, yukarda zikrettiğimiz itirazları da bu çerçevede düşünerek cevaplayabilirse o kimse için vücûd delili bu konuda tutunulabilir bir dal olabilir. Fakat bu ciddi bir zeka, kabiliyet ve zaman istemektedir. Zira bir ilimde kullanılan kavramlardan kastın ne olduğunu anlamak bile bir insanın birkaç senesini alabilir. Bir ilmin bütün meselelerinin/kazıyyelerinin temelleri olan ıstılahlar/kavramlar, ansiklopedilerden tanımını okuyarak anlaşılacak kadar basit ve kolay değil, belki yıllarca müzakere ve mütalaalar ile zihne oturtulacak kadar içi dolu ve zor konulardır. Bu yüzden tasdikatta yapılan tartışmaların birçoğu, tasavvuratta vaki olan bir ihtilafa veya yanlış anlaşılmaya mebnidir. Vesselam.
Sonuç
Ru’yetullahın imkanına dair yukarda zikrettiğimiz konuları, bir soru-cevap diyaloğu halinde özetlemek istiyoruz;
Soru: Hiçbir ayet veya hadiste Allah’ın görülmesinden bahsedilmeseydi kelam alimlerinin bu konuda tutumu nasıl olurdu?
Cevap: Bu konu hiç kimsenin aklına gelmeyebilirdi. Gelse bile bir kelam meselesi olacak kadar şöhret bulmayabilirdi. Öyle veya böyle bir şekilde nas gelmediği halde ulema bu konuyu ele alsaydı ehl-i sünnet alimleri Allah’ın görülemeyeceğini söyleyebilirdi. Fakat bu nefiy, şu anda yapılan ispatın nakizi (çelişiği) değildir. Zira nas varid olmadığı için görülmenin, en zahirî manası alınarak cihet ve mekana hapsedilip Allah Teala hakkında muhal olduğu iddia edilirdi. Bu anlamdaki ru’yetin mümkün olmadığını ulema zaten şu anda da söylemektedir.
Dolayısıyla bu konuda nassın varit olup olmaması sadece Allah Teala hakkında mümkün olduğunu bildiğimiz bir şeyin vaki olup olmayacağını bize bildirmiş olmaktadır. Yine de bazı alimler ru’yete şimdiki gibi daha münezzeh bir mana verip bu anlamda Allah’ın görülebileceğini söyleyebilirdi. Nitekim şu an nas varid olmadığı halde Allah Teala’nın lems, şem, zevk ve sem‘ ile idrak edilebileceğini fakat nas olmadığı için vukuuna dair susulması gerektiğini iddia edenler vardır. Tıpkı bunun gibi ru’yete dair nas gelmeseydi ulemâ münezzeh anlamda ru’yetin caiz olduğunu, fakat nas varit olmadığı için vukuu hakkında bilgimiz olmadığını söyleyebilirdi. Doğrusunu Allah Teala bilir.
Soru: Geride zikrettiğiniz üzere ru’yete verilen “münezzeh” manalar, ayet ve hadislerdeki ru’yeti ne kadar karşılamaktadır? Bu bağlamda ru’yetin, yed ve istiva gibi müteşabihlerden farkı nedir?
Cevap: Önümüzdeki iki madde var; birincisi cihette görmektir ki bu şu an bizim dünyada yaşadığımız görmek böyledir. İkincisi münezzeh görmektir ki alimlerin “tam bir inkişaf” gibi sözlerle izah etmeye çalıştığı ve ahirette vukuuna inandığımız cihet ve mekansız görmektir.
Bunlardan birincisinin Allah Teala hakkında muhal, ikincisinin ise mümkün olduğu aklen sabittir. Bundan sonra naslarda zikredilen “görmek” fiilinin hakîkî/zâhirî manasının ne olduğu lügavî bir meseledir. Görmenin hakikati nedir, görmek fiiline Arapçada vaz edilen ru’yet mastarı, lügatte hangi manalarda hakikat, hangi manalarda mecazdır? Bunlar keskin çizgilerle cevap verilebilen sorular değildir. Dolayısıyla alimler, ru’yete müteşabihler gibi muamele yapmayıp, naslarda zikredilen ru’yetin, yukarda zikrettiğimiz her iki manada da kullanılabildiğini, hatta cihet ve mekanın şart olması âdî olduğu için ikinci mananın asıl ve hakîkî mana olduğunu söylemiş ve bu şekilde nasları zahirinden çevirmeye ihtiyaç bırakmamışlardır. Zira nasların zahiri olan ikinci anlamdaki ru’yette Allah Teala hakkında muhal olan bir durum yoktur.
Bu açıdan bakıldığında ru’yete dair nasları müteşabih kategorisinde değerlendirmek doğru olmaz. Zira ayete verdiğimiz ve zâhirî olduğunu söylediğimiz mana Allah Teala hakkında muhal değildir. Hatta ru’yete yukarda verdiğimiz inkişaf gibi manaları verilmeyip manasının ne olduğunu hakkında bilgimiz olmadığı iddia edilse bile ayetle yine müteşabih olmaz. Zira teknik anlamda müteşabih olması için ayetin zahirinin, Allah Teala hakkında muhal olan bir mana ifade ettiğinden tevil edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla ru’yete söz konusu manalar verilse de verilmese ru’yete dair nasların zahirî manasının cihet ve mekanda görmek olduğu iddia edilmedikçe naslar müteşabih kategorisine girmeyecektir. Bu yüzden İmam Mâtürîdî (rahimehullah) diğer müteşabihlerde yaptığı gibi tefviz veya tevil yapmak yerine, hakkında kesin bilgi vermediği zahirî manayı kabul ettiğini söyleyip, Mutezile’nin ayeti tevil etme gayretleri bertaraf etmekle yetinmiştir. Doğrusunu Allah Teala bilir.
Soru: Ru’yetin imkanını ispat etme konusunda doğru delil nedir?
Cevap: Kelamda aklî muhal ve mümkünlerin metodoloji açısından büyük yeri vardır. Bu ilimde Allah Teala hakkında aklen mümkün bir durum, nasta bildirildiğinde vukuuna iman edilir. Fakat Allah Teala hakkında aklen muhal olan bir durum, nasların zahirinden anlaşılabiliyorsa bu naslar, Allah Teala hakkında muhal olan mana murat edilmediği kabul edildikten sonra tefviz veya tevil edilir. Kelam ilminde bilinen meşhur metot budur. Bunu konumuza tatbik ettiğimizde şöyle diyebiliriz; öncelikle akıl ru’yetullahın imkanı konusunda ne demektedir? Yani bu konuda hiçbir nas varid olmadığı düşünerek cevap verecek olursak akıl ne der?
Eğer ru’yetten kasıt, yukarda zikrettiğimiz iki manadan birinci manadaki cihette ve mekanda görmek ise bunun Allah Teala hakkında muhal olduğu açıktır. Eğer kasıt, ikinci anlamda münezzeh görmek ise bunun da Allah Teala hakkında mümkün olduğu açıktır. Dolayısıyla neyin mümkün neyin muhal olduğu akıl katında açıktır.
Bu açıdan bakılırsa ru’yetullah imkanını ispatlama konusunda -el-Âmidî’den naklettiğimiz üzere- akla dayanılmalıdır. Allah Teala hakkında bir şeyin mümkün olup olmaması konusunda nassa dayanmak, ancak ve ancak aklın kesin karar veremediği (sem‘ ve basar sıfatları burada örnek verilebilir) konularda mümkün olabilir. Ancak ru’yetullah meselesinde böyle bir durum yoktur. Zira birinci anlamda ise muhal, ikinci anlamda ise mümkündür. Bu açıktır. Dolayısıyla alimlerin ru’yetin imkanında nassa dayanmaktan kastı, ru’yetin söz konusu iki anlamından ikincisini tercih etmek anlamında olabilir. Yani elimizde biri muhal biri mümkün iki mana var. Biz bunlardan muhal olanı ayete verip tevil yapmak yerine mümkün olanı verip ispata gayret edelim şeklinde konuyu tasavvur etmiş olabilirler. Tabii bu yorumcunun yorumudur. Doğrusunu Allah Teala bilir.
Soru: Mutezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilaf lafzî midir?
Cevap: Ehl-i Sünnet Allah’ın mekandan ve cihetten münezzeh olduğunu kabul etmektedir. Mutezile de Allah Teala hakkında şu anki bilgimizden daha açık ve tam bir inkişafın oluşabileceğini kabul edebilir. Dolayısıyla Mutezile’nin ru’yeti inkar etmesinin sebebi, ru’yeti cisim, mekan ve cihet gibi Allah Teala hakkında muhal olduğuna ittifak ettiğimiz maddelerle beraber tasavvur etmelidir. Ehl-i Sünnet ise bunların şart olmadığı bir ru’yet tasvir etmektedir. Burada Mutezile en fazla cihetsiz ve mekansız ru’yet olamayacağını daha doğrusu böyle bir inkişafa “ru’yet” denemeyeceğini iddia edebilir. Fakat cihet ve mekansız bir inkişafın imkanını inkar etmeyeceklerdir.
Özetle bu konuda Allah Teala hakkında neyin muhal olup neyin muhal olduğu konusunda ihtilaf yoktur. Mutezile’nin hatası, cihette ve mekanda olmak gibi ru’yetin âdî şartlarını aklî şart olarak görmeleridir. Daha büyük hataları ise tevile açık olmayacak kadar sarih ve sahih naslara zorlama teviller getirerek ümmetin özellikle fakihinden müfessirine kadar selef alimlerinin icma’ ettiği bir konuda onlara muhalif davranmaktır. Nitekim Sâbûnî (rahimehullah) ayetlerin bu konuda sarih olduğu, yirmi kadar ravinin bu konuda hadis rivayet ettiğini ve ümmetin icma ettiğini naklettikten sonra der ki: “Akıllı bir Müslüman nasıl bu kadar ayetleri hadisleri ve icma’ı bir çeşit zan ve hayal ile veya taklit ile inkar etmeye kalkışabilir?”[2]
Soru: Sonuç olarak ahirette tahakkuk edecek olan ru’yet nedir? Müminler ne hissedecektir?
Cevap: Allah Teala bize müminlerin kendisini göreceğini haber vermiş, fakat detaylar hakkında bilgi vermemiştir. Biz cihet ve mekan gibi Allah Teala hakkında muhal olan durumlardan tenzih ettikten sonra ru’yetin nasıl gerçekleşeceği hakkında konuşmaz, bunu Allah Teala’ya havale ederek tefviz yaparız.
Bu en salim cevaptır. Fakat yine de alimler, ru’yete geride zikrettiğimiz birtakım manalar vererek “tam bir inkişaf, Allah’a dair görülene nispetle bizde oluşan bir idrak gibi bir idrakin hasıl olması” gibi tanımlar yapmışlardır. Bu gibi ru’yete verilmeye çalışılan manaların en geneli bir inkişafın vaki olacağıdır. Bu inkişafın şerhi kabilinden burada şöyle bir yorum yapılabilir;
Bir şeyi bilmek küllî (على وجه كلي) veya cüzî (على وجه جزئي) şekilde olur. Bunun manası şudur; daha önce hiç görmediğiniz Ahmet adında bir kuzeniniz olduğunu düşünün. Bu kişi Fatih Camiinde imamlık yapmaktadır ve ondan başka Ahmet isminde Fatih Camiinde imamlık yapan hiç kimse yoktur. Fakat bu kişiyi daha önce hiç görmemişsiniz. Şimdi bu kişiye dair bilgilerinizi ele alalım; “Fatih Camiinin imamı olmak, Ahmet adına sahip olmak, sizin kuzeniniz olmak”. Şüphe yok ki bu manaların hepsi birden fazla ferde hamledilebilir küllî manalardır. Dolayısıyla sizin bu şahsa dair bilginiz küllî bir bilgidir. Bu yüzden faraza karşınıza Ahmet adında kuzeniniz olan bir Fatih Camii imamı çıkarılsa az önceki şahıs olup olmadığını bilemeyeceksinizdir.
Tüm bunları konumuza tatbik edecek olursak; bizim Allah Teala hakkında sahip olduğumuz bilgileri düşünün. Biz O’nun her şeye kadir olduğunu, her şeyi bildiğini ve tek olduğunu bilmekteyiz. Bizdeki bu bilgiler yani “her şeye kadir olmak, her şeyi bilmek ve tek olmak” bilindiği üzere haricî delillerden kat-ı nazar yapıldığında birden fazla ferde hamledilebilir küllî manalardır. Dolayısıyla bizim Allah’a dair şu anki bilgimiz küllî bir bilgidir. İşte ru’yetullah, bu bilginin cüzîye dönüşmesi ve Allah’ı söz konusu küllî manalarla değil, sadece O’nun zatına has bir mana ile bilmek olabilir. Nitekim ilmin aksine görmekte bir taayyün ve teşhis şartı vardır. Gördüğünüz her şey cüzî olmak zorundadır. Zira sadece mevcutlar görülür ve her mevcut da cüzîdir. Dolayısıyla naslarda bildirilen Allah’ın “görülmesi”, görülmenin lazımı olan cüzî idrak anlamında olabilir. Tabii bu da yorumcunun yorumundan ibarettir. En doğrusu Allah Teala bilir.
Sonuç olarak bu konuda bir Müslümanın inanması gereken en temel husus şudur; Allah Teala mekan, cihet, cisim ve mesafeden münezzehtir. Fakat buna rağmen O, müminlerin kendisini göreceğini haber vermiştir. Dolayısıyla müminler ahirette O’nu cihet ve mekansız olarak keyfiyetsiz bir şekilde göreceklerdir.
Rabbim hiçbirimizi cemâlini müşahede etmek gibi bir nimetten mahrum bırakmasın.
[1] Bkz. et-Tilimsânî, a.g.e, 194.
[2] Bkz. es-Sâbûnî, el-Kifâye, Thk. Muhammed Aruçi, Dar İbn Hazm, Beyrut, s. 159.