AkaidMakaleler

İman’ın Mahiyeti Hakkında Görüşler

Asr-ı saadette, ashab-ı kiram efendilerimiz, sorulması icap eden her türlü meseleyi Rasûlullah Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) sorabiliyor, o da onlara meseleyi gerektiği gibi izah ediyordu. Ancak Rasûl-i Ekrem Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) refîk-i a’laya irtihal etmesiyle durum değişmiş, artık gün yüzüne çıkan yeni meselelerin çözümü, sahabeler arasında ilim sahibi olanlara kalmıştı. Hem vahyin kesilmesi, hem de söyledikleri ve tercihleri tartışmaya kapalı olan Rasûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi başka bir beşerin aralarında olmaması, bazı meseleler hakkında farklı görüşlerin ortaya çıkmışına sebep olmuştur. Özellikle Hz. Osman’ın (radıyallahu anh) vefatından sonra art arda zuhur eden meseleler, yeni tartışma ve ihtilafları beraberinde getirmiş, tartışmanın dozu, bazı fırkaların kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları küfre nispet edecek kadar ileriye taşınmıştır. Bunun neticesi olarak da imanın mahiyeti de tartışılmaya başlanmıştı.

İman kelimesi “emn” «الأمن» kökünden türemiş olup lügatte “güvenmek, emin olmak, güven içinde bulunmak” gibi manaları haiz olmasının yanı sıra “tasdik etmek” manasına da gelmektedir.[1] Hatta İmam et-Teftâzânî, bu kelimenin tasdik manasında olması hususunda lügatçilerin ittifak ettiklerini beyan ettikten sonra şeriatta da bu manada kullanıldığını vurgulamıştır.[2]

Meseleyi biraz daha irdeleyecek olursak imanın mahiyeti hakkında birbirinden farklı birçok görüş karşımıza çıkmaktadır. Ancak biz burada konuyu genel hatlarıyla ihata etmemize yardımcı olacak görüşleri özet olarak ele almakla yetineceğiz.

İmanın hakikati hakkındaki görüşleri, genel itibarıyla dört ana başlık altında toplamamız mümkündür. Şöyle ki iman;

  • Kimilerine göre sadece kalbin işi,
  • Kimilerine göre sadece dilin işi,
  • Kimilerine göre hem kalbin, hem de dilin işi,
  • Kimilerine göre ise hem kalp hem dil hem de uzuvların işidir.

Birinci Görüş: İman Sadece Kalp ile Tasdikten İbarettir

İmam Mâturîdî,[3] İmam Eş’arî,[4] Ebu’l-Muîn en-Nesefî[5] ve genel manada cumhura[6] göre, ayrıca İmam-ı Azam Ebû Hanife’den bir rivayete göre; iman, kalp ile tasdikten ibarettir. Tasdik ise Peygamber Efendimizin (sav) Allah Teâlâ’dan getirdiği kesin olarak bilinen her şeyi onaylama, kabul etme manasındadır.[7] Bu görüşe göre dil ile ikrar, imanın bir rüknü değil, bilakis dünyevî İslam ahkâmının icrası için aranan bir şarttır. Nitekim Ebu’l-Berakât en-Nesefî de imanın mahiyetini beyan ettiği bir fasılda “İman kalp ile tasdiktir, ikrar ise İslam ahkamının icrası için şarttır”[8] diyerek bu görüşte olduğunu ifade etmiştir.

Bu Görüşü Savunanların Delilleri

 İmanın mahallinin kalp olduğuna delalet eden ayetlerin tamamı bu görüşe delil teşkil etmektedir. Örneğin;

“Allah onların kalplerine iman yazmıştır.”[9]

“İman henüz kalplerinize girmedi”[10]

“Kalbi imanla mutmainken…”[11] gibi ayet-i kerimeler, imanın kalbî bir iş olduğuna delalet etmektedir.

Bu ve benzeri ayet-i kerimelerin yanı sıra Peygamber Efendimizin (sav) “Allah’ım kalbimi dininde sabit kıl”[12] şeklindeki duası da, imanın asıl mahallinin kap olduğunu göstermektedir. Ayrıca savaş esnasında öldürülmek üzere olan birisinin korkudan “Lâ ilâhe illallah” demesine rağmen, sahabe tarafından öldürülmesine tepki olarak Peygamberimizin (sav): “Kalbini yarıp baktın mı?”[13] buyurması da bir başka delil olarak karşımıza çıkmaktadır.[14]

Meşhur Cibril hadisinde Hz. Cebrail (as) imanın manasını sorunca, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sav): “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman (tasdik) etmendir. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman (tasdik) etmendir”[15] şeklinde karşılık vermişti. Peygamberimizin (sav) “iman etmendir” derken lügat karşılığı olan “tasdik etmek” manasını kastetmiştir. Zira Hz. Cebrail’in (as) sorusuna mukabelede bulunurken insanların bilmediği bir mana kastedilseydi kimse anlamazdı ve bir faydası da olmazdı. Halbuki Rasulûllah’ın (sav) bu cevabı, anlaşılmasın diye değil bilakis öğrenilsin diye söylenmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) hadisin devamında: “Bu Cebrâil idi, size dininizi öğretmek için geldi” buyurarak, onun gelmesindeki gayenin Müslümanlara dinin öğretmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. Binaenaleyh bu hadis-i şeriften de şer’î manadaki imanın, tasdikten ibaret olduğunu öğrenmiş olduk.[16]

Buraya kadar izah ettiklerimiz, imanın, kalbin bir fiili olup tasdik manasında olduğunu savunan ulemanın görüşü idi. Diğer taraftan Cehm b. Safvan gibi diğer bazıları ise, imanın, kalbin fiili olmasını kabul etmiş, ancak buradaki imanın marifet (bilmek) manasında olduğunu savunmuştur. Bu görüşün isabetli olmadığı açıktır. Zira Rabbimiz “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler”[17] ayet-i kerimesinde, marifetin (bilmenin) iman için yeterli olmadığını açıkça ifade etmiştir.

İkinci Görüş: İman Sadece Dil ile İkrardan İbarettir

Kerrâmiyye mezhebine göre iman dil ile ikrardan ibaret olup, kalp ile tasdik şart değildir. Bu görüşün doğruluktan ne kadar uzak olduğu izahtan varestedir. Nitekim Cenab-ı Mevlâ Kuran-ı Hakîminde: “Bedevîler iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama, (bari) Müslüman olduk deyin. İman henüz sizin kalplerinize girip yerleşmemiştir.”[18] buyurarak, imanın kesinlikle kalpte bulunması gerektiğini, sadece dil ile ikrarın yeterli olmadığını izah etmiştir. Ayrıca münafıkların kalbinde iman olmadığından, dilleri ile ikrar edip kelime-i şehadet getirseler bile kafir olacaklarına dair icma vardır.[19] Bu da bu görüşün batıl olduğuna dair mevcut olan birçok delilden bir diğeridir.

Üçüncü Görüş: İman İçin Hem Kalp ile Tasdik Hem de Dil ile İkrar Şarttır

İmam Azam Ebû Hanife’ye göre iman, kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır.[20] Ayrıca Tahavî,[21] Hâkim es-Semerkandî,[22] Fahru’l-İslam el-Pezdevî,[23] Ebû Hafs Ömer en-Nesefî[24] gibi birçok Hanefi-Mâturîdî kelamcılar ile Seyyid Şerîf el-Cürcânî[25] gibi bazı muhakkik Eşariler de bu görüşü tercih etmişlerdir.[26] Bu görüşe göre iman için, dil ile ikrar da kalp ile tasdik gibi başlı başına bir rükündür. Ancak zaruret ve acziyet[27] halinde düşebilir. Ayrıca kişinin ikrarı başkasına zahir olmasa da imanın tamamlanması için yeterlidir. Ancak dünyevî ahkamın icrası için imanın, devlet başkanına veya Müslümanlara ilan ve izhar edilmesi gerekir.[28] İbnü’l-Hümam’a göre ikrarı rükün kabul etmek ihtiyatlı görüştür.[29]

Bu Görüşü Savunanların Delilleri

Bu görüşün ispatı sadedinde zikredilen ayet ve hadislerden bazıları şunlardır:

“Söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi.”[30]

“Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç olmak üzere, inkara göğüs açarsa, Allah’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için büyük bir azap vardır.”[31]

Birinci ayet-i kerimede vaat edilen mükafat söyledikleri iman kavline (ikrara) bağlanmıştır. İkinci ayet-i kerimede ise, her ne kadar affedilmiş olsa da kalbinde iman olan bir kimsenin ikrah halinde söylediği sözün küfür olduğu anlaşılmaktadır. Dil ile küfür sözünün söylenmesi inkâr ise, dil ile hakikatin ikrarı da imandandır.[32]

Ayrıca “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasûlullah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.”[33] hadis-i şerifi de ikrarın, imanın bir rüknü olduğunu göstermektedir.

Dördüncü Görüş: İman Hem Kalp, Hem Dil, Hem de Uzuvların Amelidir

Bu görüşe göre iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve de ameldir.

Hadd-i zatında naslar bize iman ile amelin ayrı şeyler olduğunu gösterir. Zira “İman eden ve amel-i salih işleyenler…”[34] ve “Kim Allah’a inanır ve salih amel işlerse…”[35] şeklindeki birçok ayet-i kerimede amel imana atfedilmiştir. Ehlince malum olduğu üzere atıf da muğayereti gerektirir. Bu nedenle İmam-ı Azam Ebû Hanife: “İman amelden başka bir şey, amel de imandan başka bir şeydir”[36] buyurarak bu hakikate işaret etmiştir.

Bu görüşün daha iyi kavranabilmesi adına şu izahatı yapmak yerinde olacaktır: Ameli değerlendirirken şu dört ihtimalden bahsetmemiz mümkündür:

  1. Amel, imanın hakikî bir cüzü olup, imanın hakikatine dahildir. Buna göre amelde bir eksiklik küfrü gerektirir. Bu görüş Haricî mezhebine aittir. Mutezile mezhebine göre ise amelsizlik imandan çıkmayı gerektirse de küfre girmeyi gerektirmez. Bu da onların el-menzile beyne’l-menzileteyn (iki menzil arasında üçüncü bir menzil) diye bilinen asıllarına dayanmaktadır.
  2. Amel imanın örfî bir cüzü olup, imanın hakikatine dahil değildir. Bu da tıpkı; saç, tırnak, el ve ayakların bir kimsenin cüzü olması gibidir. Mezkûr cüzlerden birinin yokluğu kişinin yokluğunu gerektirmediği gibi amelin yokluğu da imanın yokluğunu gerektirmeyecektir.

Bu görüş İmam Malik, İmam Şafii, İmam Evzai ve İmam Ahmed b. Hanbel gibi bazı muhaddis ve kelamcıların tercihidir.[37] Peygamberimizin (sav): “İman yetmiş yahut atmış kusur şubedir. En üstünü lâ ilahe illallah sözü; en aşağısı ise eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır.”[38] hadis-i şerifinde bir amel olan “eziyet veren şeyi yoldan kaldırma”nın imandan sayılması bu görüşü teyit eden delillerdenedir.

  1. Amel imanın hariçteki eseridir. Buna göre amele iman denmesi mecazîdir. Aslında bu görüşün bir öncekinden pek farkı yoktur. Bir öncekinde amele iman denmesi hakikî iken burada mecazîdir. Buna göre iman sadece tasdik manası için konulmuştur. Ancak imanın artması veya zayıflaması söz konusu olduğu için amel, külli müşekkektir[39]. İmanın kuvvet bulması ve kemale ermesi, semeresi olan amelin artması iledir. Buna göre amel mutlak olarak imanın değil, kâmil bir imanın cüzüdür.[40]
  2. Amel imandan tamamen hariç bir şeydir. Bu da “İmanla beraber masiyetin zararı yoktur, küfürle beraber de itaatin faydası yoktur” diyen Mürcie mezhebinin görüşüdür.[41]

Ameli, imanın bir cüzü kabul eden selef ulema ile Harici ve Mutezile mezhebini elbette ki bir tutmamak lazımdır. Zira gerideki izahatlerden de anlaşıldığı üzere Harici ve Mutezile mezhebine göre amel, imanın hakiki bir cüzü iken, selef ulema ya göre imanın kemalatı için bir cüzdür. Dolayısıyla da ehli sünnet ulema ile selef ulema arasındaki bu ihtilaf lafzidir, hakiki değildir.[42]

Hulâsa-i kelam: Ehli sünnete göre kişi, sırf amel eksikliğinden iman dairesinden çıkmaz. Zira iman tasdiktir, dil ile ikrar ise dünyevî ahkam için gereklidir. Buna göre “iman kalp ile tasdikten ibarettir” diyenler Allah katında geçerli olan imanın hakikatinden bahsetmişlerdir. Ancak “iman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır” diyenler ise dünya ahkamı için gerekli olan imanın hakikatinden bahsetmişlerdir. Bu da bize gösteriyor ki genel manada ehli sünnet ulema arasında bu hususta hakikî bir ihtilaf söz konusu değildir.[43]


[1] İbn Manzûr Ebu’l-Fazl Cemâleddin Muhammed b. Mükremîn, Lisânü’l-arab, (Beyrut: Dâru’s-sâdır, XIII, 21; Mecdüddin Muhammed b. Yakûb el-Fîrûzâbâdî, Kâmûsu’l-muhît, (Beyrut: Müessesetü’r-risâle), s. 1176.

[2] Sa’deddîn Mesud b. Fahreddin Ömer et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd, V/184.

[3] Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Kitâbut’t-tevhîd, (İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, İSAM, s. 463; Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vilâtu ehli’s-sünne, I/35, IV, 228.

[4] Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail el-Eşarî, el-Lüma’ fi’r-reddi alâ ehli’z-zeyği ve’l-bida’, s. 279-280.

[5] Ebu’l-Muîn Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, Tabsiratu’l-edille fî usûli’d-din, I/25.

[6] Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib el-Bâkillânî, et-Temhîd, s. 346; İmâmu’l-Harameyn Abdülmelik b. Abdullah el-Cüveynî, Kitâbü’l-irşâd, s. 306; Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazâlî, Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslam ve’z-zendeka, s. 54.

[7] Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd, V, 176.

[8] Ebu’l-Berakât Hâfizüddin Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, el-İtimad fi’l-itikâd, s. 271.

[9] Mücadele, 58/22.

[10] Hucurat, 49/14.

[11] Nahl, 16/106.

[12] Tirmizî, Sünen, No: 3522; İbn Mâce, Sünen, No: 3834.

[13] Müslim, Sahih, No: 96; Ebû Davud, Sünen, No: 3643; İbn Mâce, Sünen, No: 3930.

[14] Seyyid Şerîf Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII/353.

[15] Müslim, Sahih, No: 8; Ebû Davud, Sünen, No: 4695; İbn Mâce, Sünen, No: 63; Nesâî, Sünen, No: 4990.

[16] Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd, V, 184; Nesefî, Tabsiratu’l-edille, II, 802.

[17] Bakara, 2/146.

[18] Hucurat, 49/14.

[19] Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII, 355.

[20] Ebû Hanife Numan b. Sabit, el-Fıkhu’l-ekber, s. 65; Ebû Hanife, el-Vasiyye, s. 76.

[21] Mütunu’l Akâidi, Dâru’s-sirac, s.102

[22] Mütunu’l Akâidi, Dâru’s-sirac, s.145.

[23] Ebu’l-Usr Fahru’l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevî, Kenzü’l-vusûl ilâ marifeti’l-usûl, (Beyrut: Dâru’l-beşâiri’l-İslamiyye, 1436/2014), s. 150.

[24] Mütunu’l Akâid, Dâru’s-sirac, s.272.

[25] Seyyid Şerîf Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Cürcânî, ett-Târîfât, s. 99.

[26] İbnü’l-Hümâm Kemâleddin Muhammed b. Abdülvâhid es-Sivâsî, el-Müsâyere, s. 237.

[27] Dilsizlik ve ikrah durumları gibi.

[28] Teftâzânî, Şerhu’l-Makasıd, V, 178-179.

[29] İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, s. 237.

[30] Maide, 5/85.

[31] Nahl, 16/106.

[32] İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, s. 238.

[33] Buhârî, Sahih, No: 25; Müslim, Sahih, No: 22; Ebû Davud, Sünen, No: 2641; İbn Mâce, Sünen, No: 71; Nesâî, Sünen, No: 3983.

[34] Bakara, 2/25.

[35] Teğâbun, 64/9.

[36] Ebû Hanife, el-Vasiyye, s. 76.

[37] Nesefî, Tabsiratu’l-Edille, II, 798.

[38] Müslim, Sahih, No: 35.

[39] Bir lafzın çeşitli cüzî varlıklar arasındaki ortak anlama farklı derecelerde delâlet etmesi manasında kullanılan bir terimdir. Kar ve fildişi için beyaz lafzının kullanılması gibi.

[40] İsmail Gelenbevî, Hâşiyetu’l-Gelenbevî ale’l-Celâl, (Basım yeri: Matbaa-i âmire, basım yılı), II, 287.

[41] Celâleddin Muhammed b. Esad ed-Devvânî, Şerhul-Akâidi’l-Adudîyye, s. 351-353. Meselenin dörtlü taksim ile ele alınması Devvânî’ye (rh) aittir. Ancak burada bazı ziyade ve tasarruflarla zikredilmiştir.

[42] Muhammed Abdulaziz el‐Ferhârî, Merâmu’l-kelam, s. 172.

[43] Saîd Fûde, eş-Şerhu’l-kebîr ale’l-Akideti’t-Tahâviyye, II, 1013.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu