Tasavvuf

Tasavvuf’un Tarihçesi Kur’ân ve Sünnetteki Yeri

Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) dönemi, hatta sahâbe ve tâbiîn dönemlerinde dahi islâmi ilimler henüz tedvin edilmiş ve müstakil ilim haline gelmiş değildi. Sonraki asırlarda diğer islâmi ilimlerin gelişmesiyle birlikte tasavvuf da düzenli ve müstakil bir ilim haline gelmiştir. Dolayısıyla tasavvuf, fıkıh, kelam, usül ve diğer şer’î ilimler gibi kökenlerini selefte bulan ve zaman içerisinde o temeller çerçevesinde tekâmül eden şer’i ilimlerin en büyüklerindendir.

Tasavvuf, diğer islâmi ilimler gibi islâm kaynaklıdır. Müslümanların, zühd, takva, ihlas gibi manevi hayatlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tasavvuf, ismen olmasa bile yaşanan hayat tarzı ve bir hal olarak özleri Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve sahâbe zamanında mevcuttur.

Tasavvufun menşei, tekâmül süreci ve mütekâmil halinin doğru yorumlanabilmesi için selefin büyüklerinin hayatlarında önemli ipuçları vardır.

Tasavvuf; nefisleri tezkiye eden, ruhları yücelere taşıyan Rah­mân’ın rızasına erdiren büyük bir yoldur. Tasavvuf, yakîn mertebelerine ulaşmayı temin ettiği için dinin bir rüknü ve tamamlayıcı parçasıdır.

Kur’ân-ı Kerim’e bakıldığında, Allah korkusu, tevbe, zühd, sabır, murakabe, tefekkür, tevekkül, zikir, tesbih etmek gibi birçok tasavvufî ıstılahlarını bulmak mümkündür. Bu da tasavvufun başlıca kaynaklarından birinin de Kur’ân-ı Kerim olduğuna işaret etmektedir.

Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri meşhur bir hadis vardır. Hz. Ömer (Radıyallâhu Anh) anlatır:

بَيْنَمَا نَحْنُ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَاتَ يَوْمٍ، إِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَابِ، شَدِيدُ سَوَادِ الشَّعَرِ، لَا يُرٰى عَلَيْهِ أَثَرُ السَّفَرِ، وَلَا يَعْرِفُهُ مِنَّا أَحَدٌ، حَتّٰى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَأَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ إِلٰى رُكْبَتَيْهِ، وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلٰى فَخِذَيْهِ،

وَقَالَ: «يَا مُحَمَّدُ! أَخْبِرْنِي عَنِ الْإِسْلَامِ»، فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «اَلْإِسْلَامُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ، وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ، وَتُقِيمَ الصَّلَاةَ، وَتُؤْتِيَ الزَّكَاةَ، وَتَصُومَ رَمَضَانَ، وَتَحُجَّ الْبَيْتَ إِنْ اسْتَطَعْتَ إِلَيْهِ سَبِيلًا»، قَالَ: «صَدَقْتَ»، قَالَ: «فَعَجِبْنَا لَهُ يَسْأَلُهُ وَيُصَدِّقُهُ»، قَالَ: «فَأَخْبِرْنِي عَنِ الْإِيمَانِ»، قَالَ: «أَنْ تُؤْمِنَ بِاللّٰهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ»، قَالَ: «صَدَقْتَ»، قَالَ: «فَأَخْبِرْنِي عَنِ الْإِحْسَانِ»، قَالَ: «أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ»، قَالَ: «فَأَخْبِرْنِي عَنِ السَّاعَةِ، قَالَ: «مَا الْمَسْؤُولُ عَنْهَا بِأَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ»، قَالَ: «فَأَخْبِرْنِي عَنْ أَمَارَتِهَا»، قَالَ: «أَنْ تَلِدَ الْأَمَةُ رَبَّتَهَا، وَأَنْ تَرَى الْحُفَاةَ الْعُرَاةَ الْعَالَةَ رِعَاءَ الشَّاءِ يَتَطَاوَلُونَ فِي الْبُنْيَانِ»، قَالَ : ثُمَّ انْطَلَقَ فَلَبِثَ مَلِيًّا، ثُمَّ قَالَ لِي: «يَا عُمَرُ! أَتَدْرِي مَنِ السَّائِلُ؟»، قُلْتُ: «اَللّٰهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ»، قَالَ: «فَإِنَّهُ جِبْرِيلُ، أَتَاكُمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينَكُمْ

“Bir gün Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in ya­nında bulunduğumuz sırada kimsenin tanımadığı elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah üzerinde yolculuk eseri görülme­yen bir zat çıkageldi. Doğruca Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldi ve edeple önüne oturdu. Dizle­rini onun dizlerine dayadı. Ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle sordu: “Ya Muhammed! Bana islâm’ın ne olduğunu anlat.”

Rasûlullah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “İslâm; Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah­’ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dos­doğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tut­man ve gücün yeterse Beyt’i hacc etmendir” bu­yurdu.

Bunun üzerine o: “doğru söyledin” dedi.

Hz. Ömer (Radıyallâhu Anh): “Biz buna hayret etmiştik. Zira hem soruyor hem de tasdik ediyordu.” [Aralarında şu konuşma geçti:]

“Bana imandan haber ver”

“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberle­rine, ahiret gününe, bir de hayrı ve şerri ile birlikte kadere inanmandır.”

“Doğru söyledin! Bana ihsandan haber ver.”

“Allah Teâlâ’ya, O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyor­san da o seni görmektedir.”

“Bana kıyametten haber ver.”

“Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir.”

“O halde bana alâmetlerinden haber ver.”

“Câriyenin kendi efendisini doğurması, yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yap­makta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.”

Hz. Ömer (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatır: “Bundan sonra o zat gitti. Bir süre bekledikten sonra Allah Rasûlü (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bana: “Ya Ömer! O soru soranın kim olduğunu biliyor musun?” diye sor­du.

Ben: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedim. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti.” buyurdular.[1]

İmam Rabbâni (Kuddise Sırruhu) konuyla ilgili şunları dile getirmektedir:

“Bilmelisin ki; şerîatın ilim, amel ve ihlâs (ihsan) diye üç ana unsuru vardır. Bunlar bir araya gelmedikçe şerîat gerçekleşmiş sayılamaz. Şerîat gerçekleşti mi (Allah) Hak Sübhanehu’nun rızası gerçekleşti demektir ki; bu tüm dünyevi ve uhrevi mutluluklarının üstünde bir şeydir.”

Şu hâlde şerîatın ötesinde ihtiyaç duyulacak bir şey kalmamaktadır. Bu arada sûfîlerin ayrıcalıkları arasında yer alan tarikat ve hakikat esasen şerîatın üçüncü ana unsuru olan ihlas (ihsan)ın tamamlayıcı bir unsurdan başka bir işlevi yoktur.[2]

Yine, büyük Muhaddis Eşref Ali Tânevî (Rahimehullâh) bu hususta şunları kaydetmektedir:

“Peygamberimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in anlattığı ihsan, tasavvuf yolunun özü ve özetidir.”[3]

İmâm Kettânî (Rahimehullâh), şöyle der:

“…Peygamberimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in hutbe ve vasiyetlerinin büyük bir bölümü tasavvufun içermiş olduğu meselelerle ilgilidir. Erkek olsun kadın olsun sahâbeler bu ilmi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den almışlardır. Bu sebeple her bir mükellefin öğrenmesi farz olan ilim, sahâbenin asr-ı saâdette almış oldukları ilimlerdir.”[4]

Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ih­san makamını özellikle ashabından bazılarına tavsiye etmiştir.

Ebu Zerr (Radıyallâhu Anh)’dan nakledilir:

أَوْصَانِي خَلِيلِي صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنْ أَخْشَى اللّٰهَ كَأَنِّي أَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ أَكُنْ أَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَانِي

“Dostum bana, her ne kadar ben Allah Teâlâ’yı görme­sem de O’nun beni gördüğünü bu yüzden O’nu görüyormuş­çasına huşû içerisinde olmamı vasiyet etti.”[5]

Abdullah ibn Ömer (Radıyâllahu Anhumâ)’dan rivâyet olu­nur:

أَخَذَ رَسُولُ اللّٰه صَلَّى اللّٰه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِبَعْضِ جَسَدِي فَقَالَ:

اُعْبُدِ للّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ.

“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) beni tutarak şöyle buyurdu: “Sanki görüyormuşçasına Allah’a ibâdet et.”[6]

Bu rivâyetler, bir kulun Allah (Celle Celâlühü)’ne yakın­lık kesp etmesinin ve ihsan yani Allah Teâlâ’yı karşısında görüyormuşçasına ibâdet etme gayretinde olması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Şeyh Ahmed Zerruk (Rahimehullâh), şöyle der:

“Tasavvufun aslı ihsan makamıdır. Delili ise Cibril (Aleyhisselâm) hadisidir. Nitekim Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kendisine sorulan “ihsan”ı, ‘Allah’ı görü­yormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görüyor.’ buyurarak tefsir etmiştir.

Öyleyse tasavvuf, dinin cüzlerinden bir cüz ve asha­bına öğretmesi için Cebrâil (Aleyhisselâm) tarafından Efen­dimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e öğretilen bir ilimdir.”[7]

Şâh Veliyyullah Dihlevi (Rahimehullâh), şöyle der:

“Mükâşefenin manası, insanda yakînin galip olmasıdır. Bu da o kimsenin sadece Allah (Celle Celâlühü)’nü görür gibi olması ve O’nun dışındaki hiçbir şeye aldırış etmemesi demektir. Tıpkı Rasûlullah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in buyurduğu gibi: “İhsan, Allah’ı görüyor gibi ibâdet et­mendir.”[8]

Amel ettikçe ve nefsi tezkiye ettikçe ele geçecek idrak ve yakîn mertebeleri vardır.

“Her kim bildiği ile amel ederse, Allah (Celle Celâlühü) O’na bil­mediklerini de öğretir.”[9]

Yukarıda zikredilen Cibril hadisi, bizlere, islâmî hükümlerin “iman”, “islâm” ve “ihsan” şeklinde tasnif edildiğini bildirmektedir. Buna göre islâmi hükümler üç kısma ayrılır.

Birincisi: İman, inanç ile alakalı Allah Teâlâ’ya Meleklere Peygamberlere iman etmek gibi itikadi hükümlerdir.

İkincisi: Abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak gibi amelî hükümlerdir.

Üçüncüsü ise: Ruh, nefis terbiyesi veya nefis tezkiyesi diyebileceğimiz iç dünyamızın terbiyesi ile alakalı hükümlerdir.

Dolayısıyla bu hadis-i şerif ışığında itikad ile ilgili Mâtürîdîlik, Eş’ârilik dediğimiz itikadi mezhebler[10], amel ile ilgili olarak da Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbelî dediğimiz ameli mezhebler, İhsan ile ilgili de zühd, tasavvuf, tarikat dediğimiz islâmî hayat tarzı ve müesseseleri ortaya çıkmıştır.

[1] Buhârî, Sahih, no: 50; Müslim, Sahih, no: 8.

[2] İmâm Rabbâni, Mektûbat c. 1, s. 50, 35. Mektup.

[3] Eşref Ali et-Tânevî, Hadislerle Tasavvuf, s. 253.

[4] Kettânî, Nizâmü’l-Hükûmeti’n-Nebeviyye, Terâtibü’l-İdâriyye, c. 2, s. 185.

[5] İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, c. 1, s. 126.

[6] Nesâî, Sünenü’l-Kübra, no: 11803, c. 10, s. 389; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c. 6, s. 115; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, c. 10, s. 229. Heysemî bu rivâyeti Taberânî’nin Mu’cemu’l-Evsad’ına nisbet eder ve rivâyetin senedindeki ricali tanımadığını kaydeder.

[7] Ahmed Zerruk, Kavâidu’t-Tasavvuf, s. 17.

[8] Şah Veliyyullah Dihlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa, c. 2 s. 146.

[9] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c. 10, s. 15; Zerrûk Kavâidu’t-Tasavvuf, s. 36; İmâm  Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 71. Ebû Nuaym bu hadisi Enes (Radıyallâhu Anh)’dan rivâyet eder.

[10] Mezheb gidilecek yol anlamındadır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu