HadisTasavvuf

Nefsini Bilen Rabbini Bilir Hadisi -2-

Nefsini Bilen Rabbini Bilir Hadisi -1- yazısı için tıklayınız.

Hadisin Manası

Tasavvufta insanın kendini bilip tanıması temel ilkedir. Zira sûfî, nefsi hakkında elde ettiği bilgiden yola çıkarak marifetullaha/Hakk Teâlâ’nın bilgisine ulaşır. İnsanın Hakk Teâlâ’ya dair bilgisi kendi nefsine dair bilgisi ölçüsünde olduğundan Hakk Teâlâ’yı daha iyi bilmesi için nefsini/kendini daha iyi bilmesi gerekir.

Yunus Emre’nin,

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumaktır.”

Hacı Bayrâm-ı Velî’nin,

“Bilmek istersen seni, can içre ara canı.

Geç canından bul anı, sen seni bil, sen seni…

Bayram özünü bildi, Bileni anda buldu.

Bulan ol kendi oldu, sen seni bil sen seni.”

gibi mısralarında marifetullaha giden yolun nefsini bilmekten geçtiği özlü bir şekilde ifade edilmiştir.

Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb isimli eserinde şöyle demiştir: “Bu hadisin manası şudur: İnsanlarla olan muamele/ilişkilerinde nefsinin özelliklerini bilirsen, yani davranışlarında ve yaptığın işlerde, sana itiraz edilmesinden, kınanmaktan hoşlanmadığını bilirsen, seni yaratan Rabbinin sıfatlarını, yani onun da kendisine itiraz edilmesinden hoşlanmadığını bilirsin. Öyleyse onun kaza ve kaderine (hükümlerine) razı ol ve kendine nasıl muamele edilmesinden hoşlanıyorsan Allah’ın hükümlerine de öyle muamelede bulun.”[1]

Gazâlî, Kimyâu’s-Saâdet’de şöyle der:

“Allah Teâlâ’yı tanımanın anahtarı, kişinin kendini tanıyıp bilmesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yakında onlara (kendilerinin dışında olan yerlerin ve göklerin) ufuklar(ın)da (; doğu-batı, kuzey-güney tüm köşe bucaklarında) ve kendi nefislerin(i taşıyan bedenlerin)de âyetlerimizi göstereceğiz de, neticede onlara iyice belirecektir ki, gerçekten o (Kur’ân), hakkın ta kendisidir. Zaten senin Rabbinin; gerçekten O’nun her şeye (hakkıyla vâkıf olan bir) Şehîd olması (Kur’ân’ın ve ehlinin hak olduğuna delil olarak onlara) kesinlikle yeterli değil midir?” (Fussilet: 53)

Sana senden yakın hiçbir şey yoktur. Sen kendini bilmiyorken, Rabbini nasıl bileceksin?

Eğer sen, ‘ben nefsimi/kendimi biliyorum, tanıyorum’ diyorsan yanılıyorsun. Zira sen sadece baş, yüz, el, ayak ve deriden ibaret olan zahir bedenini tanıyorsun. Fakat kızdığın zaman bir kimseye saldırman, şehvetin galebe çaldığı zaman hanımına yaklaşman, acıktığın zaman yemen, susadığın zaman su istemen gibi davranışları yöneten bâtınında/içinde olan şeyi bilmiyorsun. Bütün hayvanlar da bu hususlarda, seninle aynıdır.

O hâlde sana gerekli olan, nefsin hakikatini bilmektir ki bu sayede, sen nesin, nereden gelmişsin, nereye gideceksin, niçin yaratıldın, saadetin ne iledir, şakîliğin/bedbahtlığın, ne iledir? Gibi soruların cevaplarını bilmiş olursun.[2]

Bu bakımdan insanın kendi hakikati üzerinde düşünerek kendi varlığı, hayatının anlamı ve gayesi hakkında tefekkür etmesi kendisi hakkında bilgi sahibi olmasını sağlar ve bu bilgi onu Hakk’a götürür. Sûfîler, Allah’ın insanın iç âleminde daha açık şekilde tecelli ettiğine inandıklarından Hakk’ı en iyi bilmenin ve tanımanın yolu olarak insanın özünü tanımasını göstermişlerdir.

İmam Nevevî Fetâvâ’sında söyle demiştir: “Bunun manası şudur: Her kim Allah’a karşı nefsini zayıflık, fakirlik ve ona kulluk yapmakla tanırsa, Rabbini, kuvvet, mutlak kemal ve yüce sıfatlar sahibi olarak tanır.”[3]

Şeyh Tâceddin ibn Atâullah, Letâifü’l-Minen isimli eserinde şöyle demiştir: “Şeyhimiz Ebü’l-Abbas el-Mürsî’nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis hakkında iki tevil vardır.

Birincisi şudur: Kim nefsinin, zelillik, acizlik ve fakirliğini bilirse, Allah Teâlâ’nın izzetini, kudretini ve zenginliğini bilir. Böylece ilk önce nefsini tanıma/bilme elde edilmiş, sonra da (marifetullah) Allah’ı tanıma/bilme elde edilmiş olur.

İkincisi: Kim nefsini tanırsa bu bilgi, onun bundan önce Allah’ı tanıdığına delalet eder. Birinci te’vil, sâliklerin, ikincisi de meczupların halidir.”[4]

Konevî, Hüsnü’t-Tasarruf fî Şerhi’t-Taarruf adlı eserinde şöyle der: Bazı âlimler; bu hadis, bir hükmü, mevcut olmayan bir şeyle irtibatlandırmak kabilinden olduğunu söylemişlerdir. Yani Allah, nefsi tanıma yolunu kapatmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(Habîbim!) Sana (insan bedeninin kendisiyle hayat bulup yönetildiği) ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh (hiçbir ana madde bulunmaksızın, sadece) Rabbimin (‘Meydana gel!’)  emrinden (yaratılmış olan şeylerden biri) dir. /Ruh (sadece) Rabbimin (bildiği ve mâhiyetini kimseye bildirmediği özel) iş(ler)inden (biri)dir./Size ise (Allah Teâlâ’ya ait sonsuz ve sınırsız) ilim(ler)den ancak pek az bir şey verilmiştir (ki, duyularınız vasıtasıyla o bilgilere ulaşmaktasınız. Böylece ruhu diğer yaratıklardan ayıracak bazı özel vasıflarıyla ilgili bilgi edinebilirsiniz, ancak gerçek mahiyetini bilmeniz mümkün değildir).” (İsra, 85)

Alimler bununla da şu tembihte bulunmuşlardır: insan, nefsini tam olarak idrak etmekten aciz olunca -ki o yaratılmışlar cümlesindendir ve nefsi insana en yakın olan şeydir- kendisini yaratanı hakkıyla tanıma hususunda daha da aciz kalır. Hatta insan, sözünün; işitme, görme, koklama, konuşma gibi duyularının hakikatini dahi idrak etmekten acizdir. Zira insanların bu meselelerin hepsinde ihtilafları ve farklı görüşleri vardır. Bunlara bakan/düşünen kimse bunda bir fayda elde edemez. Nitekim görmenin; tabii yoldan veya ışığın çıkmasıyla gerçekleştiği, koklamanın, havanın hareket etmesi ve kokulu şeyden bir cüzün yayılmasıyla oluştuğu ve buna benzer duyularla ilgili bilgiler meşhur olan ihtilaflardandır. İnsanın dokunabildiği görünen şeyler hakkında bile durum böyleyken büyük ve yüce olan Allah’ı tanıma hususunda durum nasıldır. [5]

İmam Şa’rânî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir adlı eserinde bu hadisin keşfen sabit olduğunu belirterek Muhyiddin İbn Arabî (Kuddise Sırruhu)’nun görüşünü nakledip şöyle der:

Soru: Keşif yöntemiyle sabit olan Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in “Nefsini bilen

Rabbini bilir.” hadisinin manası nedir?

Cevap: Şeyh Muhyiddin (Kuddise Sırruhû)’nun 177. babda dediği gibi, bu sözün manası, nefsini kendisinde Hakk’ın zât ve sıfatlarının, ilminden ona vermesi, onu yeryüzüne halife bırakması, dost edinmesi, azletmesi, affetmesi, intikam alması gibi kendisini nitelediği şeylerle, onu nitelediği gibi bilen demektir.[6]

İmam Rabbani hazretleri Mektubat’ın 234. mektubunda ise ‘Vacibü’l-Vücud’un ve mümkinatın hakikatlerinin izahı’ sadedinde bu hadisin şerhi mesabesinde uzun açıklamalar yaptıktan sonra hadisin manası hakkında şöyle söylemiştir: “Kişi, kendisini şer ve eksiklikle bildiğinde, kendindeki hayrın, kemalin, güzelliğin ve cemalin Vacibü’l-Vücud Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden ödünç verilmiş olduğunu anladığında, doğal olarak Hak Sübhânehû’yu hayır, kemal, güzellik ve cemal ile tanımış olur.”[7]

Şeyh İzzeddin de şöyle demiştir: Bana bu hadisin sırrından, keşfedilmesi/açıklanması gerekli olan, anlatılması güzel bulunan bir mana zahir oldu. O da şudur: Şüphesiz ki Allah (Celle Celâlühü), bu ruhanî ruhu, şu cismanî bedene, latif ve lâhûtî (ulûhiyyet/ilâhî aleme mensub) olarak, nâsûtî[8] (insanî) kaburgalar içerisine, onun vahdâniyyet ve rabbâniyyetine delalet edecek şekilde yerleştirmiştir.

Bu istidlalin açıklaması ise şu on vecihle olur:

Birinci Vecih: Bu insanî heykel (beden), bir müdebbir (yönetici) ve hareket ettiriciye muhtaç olduğunu, bu ruhun da müdebbir ve hareket ettirici olduğunu anladığımızda, bu âlemin de bir müdebbir ve hareket ettiriciye ihtiyacı olduğunu biliriz.

İkinci Vecih: Bedenin müdebbiri/yöneticisinin tek ve bir olduğunu ve onun da ruh olduğunu anlayınca, bu âlemin de müdebbirinin bir olduğunu, yönetmesinde bir ortağı bulunmadığını ve mülkünde ona ortak hiçbir varlığın bulunmasının caiz olmadığını bilmiş oluruz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah’tan başka birtakım ilâhlar olsaydı, elbette o ikisi (de kendilerinde yaşayan tüm varlıklar da çoktan) fesada uğramış (ve tümden yıkılmış)tı. (Nitekim, iki veya daha fazla kişinin yönetimi hiçbir zaman düzenli yürümez. Âlemlerde görülen düzen ise şunu açıkça ifade etmektedir ki; ilâh ancak bir tanedir, bu nedenle de düzeni asla değiştirilememektedir.) Onların nitelemekte oldukları (şirk ifade eden) şeylerden tesbîh (ve arılık olsun) O Arş’ın Rabbi olan Allah’a!” (Enbiyâ, 22)

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

(Habîbim! Allâh’a ortak koşanların bâtıl inançlarını reddetmek üzere) de ki: “Eğer onların söyle mekte olduğu gibi O’nunla birlikte başka ilâhlar ol saydı, (dünya kralları birbirinin gücünü gidermek üze re çatıştıkları gibi) o takdirde elbette onlar Arş’ın sahibine (ulaşıp Kendisini mağlup etmek için) bir yol ararlardı. (Ortaklardan ve tüm noksan sıfatlardan son derece uzaklık, arılık, tenzîh, takdîs ve) tesbîh O’na! O onların söylemekte oldukları şeylerden pek büyük bir yücelikle dâima çok yüce olmuştur.” (İsrâ, 42-43)

(Herhangi bir şeye benzemekten son derece mukaddes ve herhangi bir şeye ihtiyaçtan son derece münezzeh olan) Allah hiçbir çocuk edinmemiştir. Kendisiyle birlikte hiçbir ilâh da mevcut değildir. (Başka ilâhlar olsaydı) o zaman elbette her bir ilâh kendi yaratmış olduğu şeylerle (kendi bildiğine) gider(ek mülkünü diğerlerinden ayrı hâle getirir)di (, hâl böyle olunca da dünya kralları gibi aralarında savaşlar çıkar) ve mutlaka onların bir kısmı diğer bir kısma karşı üstünlük sağlardı. (Bu durumda ise her şeyin yegâne hükümranlığı hiçbirine kalmazdı.) O (müşrik ola)nların (ortak koşarak Kendisini) nitelemekte oldukları şeylerden tesbîh (ve tenzîh olsun) Allâh’a!” (Mü’minûn: 91)

Üçüncü Vecih: Bu beden, ruhun iradesi ve hareket ettirmesi olmadan hareket edemeyince, hiçbir şey onun takdiri, iradesi ve hükmü olmadan, hayır veya şerle hareket edemeyeceğini biliriz.

Dördüncü Vecih: Bedendeki her şey, ancak ruhun bilgisi ve şuuruyla hareket edip, bedenin hareket ve sükûnu ile ilgili ruha hiçbir şey gizli kalmadığına göre; yerde ve göklerde zerre kadar hiçbir şeyin Allah’a gizli kalamayacağını biliriz.

Beşinci Vecih: Bu bedende bulunan hiçbir şey, ruha diğer şeylerden daha yakın olmadığına, bilakis ruh, cesette bulunan her şeye yakın olduğuna göre; Allah’ın her şeye en yakın olduğunu, hiçbir şeyin diğer hiçbir şeyden ona daha yakın ve daha uzak olmadığını biliriz. Bu yakınlık, mesafe yakınlığı değildir. Zira Allah (Celle Celâlühü), böyle bir şeyden (mesafeden) münezzehtir.

Altıncı Vecih: Ruh, beden yaratılmadan mevcut olup beden yok olduktan sonra da var olacağına göre Allah Teâlâ’nın da mahlûkatın varlığından önce var olduğunu ve mahlûkat yol olduktan sonra da mevcut olacağını biliriz. O daim olandır, zail olmaz ve zail olmaktan son derece münezzehtir.

Yedinci Vecih: Ruhun, bedende olduğu bilinip keyfiyeti (nasıllığı) bilinemiyorsa aynı şekilde biliriz ki Allah Teâlâ’nın da keyfiyeti (nasıllığı) bilinemez, keyfiyetten münezzehtir.

Sekizinci Vecih: Ruhun bedenin neresinde olduğunu bilinemediği gibi, onun keyfiyetten ve mekânlı olmaktan münezzeh olduğunu biliriz. Dolayısıyla ruh hakkında ‘nerede’ ve ‘nasıl’ soruları sorulamaz. Bilakis ruh, hiçbir istisna olmaksızın bedenin tamamında mevcuttur. İşte böylece Allah Teâlâ da mekân ve zamandan münezzeh olduğu halde istisnasız her yerde mevcuttur.

Dokuzuncu Vecih: Ruh bedende olup, gözle idrak edilmeyip resim ile tasvir edilemediğine göre; Allah Teâlâ’yı hiçbir gözün idrak edemeyeceğini, resim ve bir şekil ile tasvir edilemeyeceğini, güneş ve aya benzemediğini biliriz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: (Ne Zât’ı, ne sıfatları, ne de sanatları hususunda) hiçbir şey O (Allah Sübhânehû)’nun benzeri olamaz (ki O’nun eşi veya çocuğunun varlığı düşünülebilsin)(Sizin gibi kulağı olmasa da duyulacak her şeyi hakkıyla işiten) Semî’ ve (sizin gibi gözü bulunmasa da görülebilen her şeyi çok iyi gören) Basîr ancak O’dur.” (Şûrâ, 11)

Onuncu Vecih: Ruh hissedilmeyip ve temas edinilmediğine göre Allah Teâlâ’nın da (fiziksel olarak) hissedilmekten, cisim olmaktan münezzeh olduğunu biliriz. [9]

Bu hadisle ilgili başka bir açıklama daha vardır. O da şudur: Bilirsin ki nefsinin sıfatları, Rabbinin sıfatlarının tam zıddıdır. Buna göre nefsini fenâ ile (yok olarak) bilen, Rabbini bekâ ile (daima var olarak) bilir. Nefsini cefa ve hatalı olarak bilen, Rabbini vefa ve ihsan sahibi olarak bilir. Nefsini (ne ise öylece) olduğu gibi bilen, Rabbini de olduğu gibi bilir.

Bilmelisin ki daha kendini bile olduğun gibi (hakikati ile) tanımıyorken, Allah Teâlâ’yı olduğu gibi (hakikati ile) bilmen nasıl mümkün olsun? Sanki “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözünde, imkânsız olan bir şey, başka bir imkansıza bağlı kılınmış gibidir. Zira nefsini, onun keyfiyetini, kemiyetini (tam hakkıyla) bilmen imkânsızdır. Dolayısıyla iki yanın arasında bulunan nefsinin -ki o, görünmezdir- keyfiyetini, nerede olduğunu, tavsif etmeye gücün yetmezken nasıl olur da keyfiyet (nasıllık) ve mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ’yı bu şekilde tavsif etmek nasıl kulluğa layık olsun.

[1] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, c. 2, s. 68.

[2] Gazâlî, Kimyâu’s-Saadet, s. 23-24.

[3] Nevevî, el-Fetâvâ, s. 248.

[4] Süyûtî, a.g.e., c. 2, s. 227.

[5] Süyûtî, el Kavlü’l-Eşbeh fî Hadisi men Arefe Nefsehu fekad Arefe Rabbehu, c. 2, s. 229. (el-Hâvî Li’l-Fetâvâ içinde basılı)

[6] Şa’rânî, el-Yevakıt, s. 84.

[7] İmam Rabbânî, Mektubat, 1. Cild, 234. Mektup.

[8] Hallâc-ı Mansûr insanın beşerî (maddî) yönünü Süryânîce nâsût, ilâhî (mânevî) yönünü de lâhût kelimeleriyle ifade etmiş, bu iki terim daha sonra çeşitli sûfîler tarafından kullanılmıştır. Hallâc’a göre insan Allah’ın ezelde kendisinden çıkardığı bir sûrettir, Allah gizli olan güzelliğini ve sırrını onda izhar etmiştir. Bu sûretin nâsût ve lâhût olmak üzere iki tabiat ve âlemden oluştuğunu ve iki âlemin ayırt edilemeyecek şekilde birbiriyle mezcedildiğini söyleyen Hallâc, “Allah Âdem’i kendi sûretinde yaratmıştır” hadisini bu çerçevede yorumlamıştır. Bkz: Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 32, s. 431-432.

[9] Süyûtî, a.g.e., c. 2, s. 227-228.

KAYNAKÇA

  1. Aclûnî, İsmâîl ibn Muhammed, Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbas ammâ İştehera mine’l-Ahâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, Dâru İhyâi’t-Türâsil-Arabî, Üçüncü Baskı.
  2. Aliyyü’l-Kârî, Mirkatü’l-Mefâtih Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, Tahkik: Cemal Aytânî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Birinci Baskı, 1422/2001.
  3. Aliyyü’l-Kârî, Nureddin Ali ibn Sultan, el-Esrâru’l-Merfûa fî’l-Ahbâri’l-Mevzûa, Tahkik: Muhammed Sabbağ, Dâru’l-Emane-Müessesetü’r-Risale, Beyrut.
  4. Cürcânî, Ali ibn Muhammed ibn Ali eş-Şerîf, et-Ta’rîfât, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Birinci Baskı, 1403/1983.
  5. Ebû Talib el-Mekkî, İlmü’l-Kulûb, Tahkik: Abdülkadir Ahmed Atâ, Mektebetü’l-Kahire, Birinci Baskı, 1384/1964.
  6. Ebû Talib el-Mekkî, Muhammed ibn Alî ibn Atıyye, Kûtü’l-Kulûb, fî Mu’âmeleti’l-Mahbûb ve Vasfi Ṭarîki’l-Mürîd İlâ Makâmi’t-Tevhîd, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, İkinci Baskı, 1426/2005.
  7. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, Fatih/İstanbul.
  8. Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed ibn Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Dâru’l-Minhac, Birinci Baskı, 1432/2011.
  9. Gazâlî, Kimyâu’s-Saadet, Tahkik: Ebû Sehl Necâh İvaz Sıyâm, Dâru’l-Makta, 2010.
  10. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, Tahkik: Abdülhalim Muhammed Abdülhalim-Abdurrahman Hasan Mahmud, Dâru’l-Kütübi’l-Hadîse, Kahire-Mektebetü’l-Müsennâ, Bağdad, İkinci Baskı.
  11. İbn Atıyye, Ebû Muhammed Abdülhak ibn Galib ibn Abdirrahmân, el-Muharrarü’l-Veciz, Tahkik: Abdüsselam Abdüşşafii Muhammed, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Birinci Baskı, 1422.
  12. İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed ibn Mükrim, Lisânü’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrut, Üçüncü Baskı, 1414.
  13. İbn Teymiye, Ebü’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed ibn Abdilhalîm, Mecmû’u’l-Fetâvâ, İşrâfu Riyâseti’l-Ammeti li’ş-Şüûni’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn, 1415/2004.
  14. İmam Rabbânî, Ebu’l-Berekât Ahmed ibn Abdilehad ibn Zeynelâbidîn el-Fârûkî es-Serhendî, Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul.
  15. İrâkî, Tahrîcü İhyâu Ulûmi’d-Dîn, İstihrac: Ebu Abdillah Mahmud ibn Muhammed el-Haddâd, Dâru’l-Âsıme, Riyad, Birinci Baskı, 1408/1987.
  16. Kuşeyrî, Ebü’l-Kâsım Zeynülislâm Abdülkerîm ibn Hevâzin, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, Dârul-Minhac, Beyrut, Üçüncü Baskı, 1441/2020.
  17. Mâverdî, Ebü’l-Hasen Alî ibn Muhammed ibn Habîb el-Basrî, Edebü’d-Dünya ve’d-Din, Mektebetü’l-Hilal, Beyrut, 1421.
  18. Nevevî, Ebu Zekeriyyâ Yahyâ ibn Şeref ibn Mürî, el-Fetâvâ, Tahkik: Muhammed el-Haccâr, Dâru’l-Beşâiri’l-İslamiyye, Beyrut, Altıncı Baskı, 1417/1996.
  19. Râgıb el-İsfahânî, Ebu’l-Kâsım el-Huseyn ibn Muhammed ibni’l-Fazl, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, Tahkik: Safvan Adnan Râvevrî, Dâru’l-Kalem, Dimeşk, Dördüncü Baskı, 1430/2009.
  20. Sehâvî, Ebü’l-Hayr Şemsüddîn Muhammed ibn Abdirrahmân el-Mekâsıdü’l-Hasene fî Beyâni Kesîrin Mine’l-Ehâdîs̱i’l-Müştehire, Tahkik: Muhammed Osman el-Huşt, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, Birinci Baskı, 1405/1985.
  21. Sühreverdî, Şihâbüddin Ebû Hafs Ömer ibn Muhammed, Avârifü’l-Meârif, Tahkik: Bilal Muhammed Hatim es-Sakâ, Daru’t-Takva, Dimeşk, 1443/2022.
  22. Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân ibn Ebî Bekr ibn Muhammed, ed-Düreru’l-Müntesira, Tahkik: Muhammed ibn Lütfi es-Sabbağ, İmadetu’ş-Şuûni’l-Mektebât, Camiatü’l-Melik Suud, Riyad.
  23. Süyûtî, el Kavlü’l-Eşbeh fî Hadisi men Arefe Nefsehu fekad Arefe Rabbehu, (el-Hâvî Li’l-Fetâvâ içinde basılı), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1402/1982.
  24. Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvi fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî, Tahkik: Abdülvehhâb Abdüllatîf, Beyrut, 1409/1988.
  25. Şa’rânî, Ebü’l-Mevâhib Abdülvehhâb ibn Ahmed el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi-Müessesetü’t-Tarihi’l- Arabi, Beyrut.
  26. Zebîdî, Ebü’l-Feyz Muhammed el-Murtazâ ibn Muhammed, Tâcü’l-Arûs, Tahkik: Bir grup Muhakkik, Dâru’l-Hidâye.
  27. Zerkeși, Ebu Abdillah Bedrüddîn Muhammed ibn Bahadır ibn Abdillah, et-Tezkira fi’l-Ehâdisi’l-Müştehira, Tahkik: Mustafa Abdülkadir Ata, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Birinci Baskı, 1406/1986.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu