HadisMakalelerTasavvuf

Nefsini Bilen Rabbini Bilir Hadisi -1-

Hadisin Sıhhat ve Mana Açısından Değerlendirilmesi

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!

Bu çalışmamızda halk dilinde, bilhassa tasavvuf kaynaklarında hadis olarak bilinen “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözünün tahricini yaparak bu hadisten ne kastedildiğini izah etmeye gayret edeceğiz. Bu söz genel olarak Peygamber Efendimizin (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hadisi olarak anlaşılmakta ve o şekilde kullanılmaktadır. Bu hadisin tahricini yapmaktaki gayemiz, hadis ilmi açısından taşıdığı değerini (sahih-hasen-zayıf) tespit etmek; manası hakkında yapılan izahları zikretmemiz ise, ihtiva ettiği mananın doğru bir şekilde anlaşılmasını ortaya koymak içindir.

Nefs Kelimesinin Manası

Nefs kelimesi lügatta, “ruh, benlik, can, kan, hayat, nefes, varlık, zat, hevâ ve heves, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” gibi manalara gelmektedir. Nefs kelimesi aynı zamanda ruh ve zat anlamında da kullanılmıştır.[1]

Cürcânî (rahimehullâh) da şöyle tarif eder: Nefs, hayat, his ve iradeli hareket kuvvetini taşıyan, latif, buharlı bir cevherdir. Hakîm Tirmizî onu, hayvanî ruh diye isimlendirmiştir. O, bedeni aydınlatan bir cevherdir. Ölüm anında ışığı, bedenin içinden ve dışından kesilir. Uyku vaktinde ise, bedenin içinden değil, sadece dışından kesilir. Böylece uyku ve ölümün bir cinsten olduğu sabit olmuş olur.[2]

Tasavvufî bir terim olarak ise nefs, insan bedenine konulmuş latif bir varlıktır. Kötü sıfat ve ahlaklar ondan kaynaklanır. Nitekim ruh da kalbe konulmuş latif bir varlıktır; güzel sıfat ve ahlaklar da ondan kaynaklanır. Görmenin yeri göz, işitmenin yeri kulak, koklamanın yeri burun, tatmanın yeri ağız olduğu gibi nefs kötü ahlakların kaynağı, ruh ise güzel sıfatların mahallidir.[3]

Hakîm Tirmizî (rahimehullâh) bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî ruhtur, kalp (nefs-i natıka) ile beden arasında vâsıtadır. Kendisine, Kur’ân-ı Kerim’de mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve garba ait bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. [4]

Kuşeyrî’ye (rahimehullâh) göre, sûfîler nefs sözünü kullandıkları zaman bu kelime ile ne bir şeyin varlığını (vücûd), ne de vaz´ olunmuş cismani kalıbı kastederler. Onlar nefs kelimesinden sadece, kulun illetli/kötü sıfatları ile zemmedilen ahlak ve fiillerini kastetmektedirler.[5]

Gazâlî (rahimehullâh) ise, insanda var olan gazap ve şehvet kuvvetini toplayan, kötü huylara kaynaklık eden arzular, duygular bütünü ve insanın hakikati ve bizzat kendisi olarak tarif eder.[6]

Tasavvufta insanın kendini tanıması çok önemlidir. Nefsini bilmek Allah’ı tanımanın en isabetli yoludur. Sûfîler bu meyanda bu ifadeyi çok sık kullanır. Ayrıca enfüs denilen iç dünya üzerinde insanın, düşünmesini tavsiye eden çeşitli âyetler vardır. Kur’an-ı Kerim’de bu hadise pek çok ayette telmihte bulunulmuştur. Mesela;

“Yakında onlara (kendilerinin dışında olan yerlerin ve göklerin) ufuklar(ın)da ve kendi nefislerin(i taşıyan bedenlerin)de âyetlerimizi göstereceğiz de, neticede onlara iyice belirecektir ki, gerçekten o (Kur’ân), hakkın ta kendisidir. Zaten senin Rabbi nin; gerçekten O’nun her şeye (hakkıyla vâkıf olan bir) Şehîd olması (Kur’ân’ın ve ehlinin hak olduğuna delil olarak onlara) kesinlikle yeterli değil midir?” (Fussilet, 53)

“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok âyetler vardır” (Zariyat, 20-21) şeklindeki ayetler bu manaya işaret etmektedir. İnsan nefsini tanıyınca da nefsinin, emmare, levvame, mülhime, mutmainne mertebelerine göre muamele eder, onun heva-heveslerine, arzularına kanmaz, onun kölesi değil, efendisi olur.

Hadisin Tahrici

Bu hadis genel olarak sûfîlerin eserlerinde benzer lafızlarla yer almakla birlikte, Peygamber Efendimiz (sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in hadisi olarak zikredilmektedir.

Ebû Talib el-Mekkî (rahimehullâh), Kûtü’l-Kulûb adlı eserinde, “Rabb’ini bileniniz nefsini bileninizdir” şeklinde zikretmektedir.[7] Yine Ebû Talib el-Mekkî İlmü’l-Kulûb adlı eserinde ise Hz. Ali’ye (radıyallâhu anh) nispet etmektedir.[8]

İmam Mâverdî (rahimehullâh), Edebü’d-Dünya ve’d-Din adlı eserinde Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ): “Ey Allah’ın Rasûlü, insan Rabbini ne zaman bilir?” sorusuna, Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in “Nefsini bildiği zaman” cevabını verdiğini zikretmiştir. [9]

İbn Atıyye (rahimehullâh), el-Muharrarü’l-Vecîz adlı eserinde Hz. Ali’den (radıyallâhu anh), “Nefsini bil ki Rabbini bilesin” diğer bir rivayette de “Nefsini bilmeyen Rabbini bilemez” şeklinde nakletmiştir. [10]

İmam Şa’rânî (rahimehullâh), el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir adlı eserinde bu hadisin keşfen sabit olduğunu belirtir.[11]

İmam Nevevî (rahimehullâh), Fetâvâ’sında bu hadisin sabit olmadığını söylemiştir.[12]

Zerkeși (rahimehullâh), da et-Tezkira fi’l-Ehâdisi’l-Müştehira,[13] Sehâvî, el-Mekâsıdü’l-Hasene,[14] Süyûtî, ed-Düreru’l-Müntesira,[15] İrâkî, Tahrîcü İhyâu Ulûmi’d-Dîn,[16] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ[17] adlı eserinde Sem’ânî’nin bunun, hadis değil Yahya b. Muaz er-Râzi’nin (rahimehullâh) sözü olduğunu söyler. Devamla Sehâvî hadisin manası hakkında, “Kim nefsinin sonradan yaratıldığını bilirse Rabbinin kadim olduğunu bilir; kim nefsinin fani olacağını bilirse Rabbinin baki olacağını bilir” izahını nakleder.

Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ’da İbn Gars’tan şöyle nakleder: “Sûfiyyenin kitapları, bu hadisle doludur. Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve diğer Sûfîler bunu hadis olarak telakki etmişlerdir. Süyûtî’nin el-Câmiu’s-Sağîr isimli kitabının şârihi olan hocamız Şeyh Hicâzî, İbnü’l-Arabî’nin hadis hafızları arasında sayıldığını söylemiştir. Bazıları, Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin, “Bu hadis her ne kadar rivayet yoluyla sahih olmamışsa da keşif yoluyla bize göre sahihtir’ dediğini zikretmiştir.” [19]

Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih adlı eserinde hadis olarak zikretmiş[20], el-Esrâru’l-Merfûa’da[21] ise Sem’ânî ve İmam Nevevî’nin görüşlerini aktardıktan sonra hadisin manasının sabit olduğunu ve bunun da, “Her kim Allah’a karşı nefsinin cahil olduğunu bilirse, Rabbinin âlim olduğunu bilir; kim nefsinin fani olacağını bilirse Rabbinin baki olacağını bilir. Kim nefsini acziyet ve zayıflık ile bilirse, Rabbini, kudret ve kuvvet sahibi olarak tanır.” Şeklinde olduğunu nakletmiştir. Bu hadis Allah Teâlâ’nın, “İbrahim’in dininden ancak kendini/nefsini bilmeyen kimse yüz çevirir” (Bakara, 130) kavl-i celilinden anlaşılmıştır. Çünkü o kimse Rabbini bilmemiştir.

Bilinmektedir ki rivayetlerin değerlendirilmesinde ahkâm ve fezâil hadisleri arasında ayırım gözetilmektedir. Dolayısıyla alimlerin; ahlak, vaaz, nasihat ve tasavvuf kitaplarına hadis alırken riayet ettikleri hassasiyet ile, ahkam ve itikad bahsinde rivayet ettikleri hadisler hakkında gösterdikleri hassasiyet birbirinden farklıdır. Nitekim Abdullah b. Mübarek’in; “helal ve haram konusunda bir rivayet edildiği zaman pek sıkı davranırdık, fazilet konusunda rivayet edilen hadislerde ise müsamaha gösterirdik”[22] dedikleri meşhurdur.

Ahmed b. Hanbel’in konu ile ilgili bir diğer ifadesi ise şöyledir: “Hüküm ihtivâ etmediği sürece zühd hadislerinde mütesâhil davranılabilir.”[23]

Dolayısıyla tasavvuf ve ahlak kitaplarında hadis alimlerinin hadis olarak kabul etmedikleri veya ‘mevzu’ ‘aslı yoktur’ gibi bir kısım ifadelerle tenkit ettikleri bazı hadislerin bulunması, sûfîlerin sadece bu tür hadislerle istidlal ettikleri veya hadis uydurucu oldukları gibi bir anlam ifade etmez. Seleften günümüze kadar bazı haddi aşan bidat ehli dışında da hiçbir alim böyle bir iddiada bulunmamıştır.

Süyûtî (rahimehullâh) bu hususta el Kavlü’l-Eşbeh fî Hadisi men Arefe Nefsehu fekad Arefe Rabbehu adında müstakil bir risale kaleme almış ve risaleyi “Şüphesiz bu hadisin manası hakkında aktardıklarımızdan, birtakım görüşler anlaşılır. En iyisini Allah bilir.”[24] sözüyle tamamlamıştır.

Bu hadisin zahiren Efendimize nispet etmek sahih olmasa da keşfen nispet edilmesi veya manası sahih ve makbul olan kibâr-ı kelam olarak değerlendirilmesi mümkündür.

[1] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nfs” md.; Lisânü’l-Arab, “nfs” md.; Tâcü’l-Arûs, “nfs” md.

[2] Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 243.

[3] Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, c. 2, s. 423.

[4] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 200.

[5] Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 290.

[6] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. 5, s. 16.

[7] Ebû Talib el-Mekkî Kûtü’l-Kulûb, c. 2, S. 68-80.

[8] Ebû Talib el-Mekkî, İlmü’l-Kulûb, s. 59.

[9] Mâverdî, Edebü’d-Dünya ve’d-Din, s. 75-236.

[10]  İbn Atıyye, el-Muharrarü’l-Veciz, c. 5, s. 291.

[11] Şa’rânî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir, s. 84.

[12] Nevevî, el-Fetâvâ, s. 248.

[13] Zerkeși, et-Tezkira fi’l-Ehâdisi’l-Müştehira, s. 129.

[14] Sehâvî, el-Mekâsıdü’l-Hasene, s. 657, no: 1149.

[15] Süyûtî, ed-Düreru’l-Müntesira, s. 185, no: 393.

[16] İrâkî, Tahrîcü İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. 4, s. 1535.

[17] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 262, no: 2532.

[18] İbn Teymiye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, c. 16, s. 349.

[19] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 262, no: 2532.

[20] Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, c. 1, s. 152.

[21] Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s. 352.

[22] Süyûtî, Tedrîbu’r-râvi fî şerhi Takrîbi’n-Nevevî, c. 1, s. 298.

[23] Hatîb Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, Beyrut 1409/1988, s. 134.

[24] Süyûtî, el Kavlü’l-Eşbeh fî Hadisi men Arefe Nefsehu fekad Arefe Rabbehu, c. 2, s. 227. (el-Hâvî Li’l-Fetâvâ içinde basılı)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu