AkaidMakaleler

Dinin Kaynağı Sadece Kur’ân mıdır? 3/3

Serinin bir önceki bölümünü okumak için tıklayınız.

Modern Putlara Misaller

Çağdaşlık ifadesi bugüne ait putlardan biridir. Çağdaşlık ifadesi kadar hadsiz ve içi doldurulmamış boş bir ifade yoktur! Çünkü kelime anlamı itibariyle muâsır, aynı çağda yaşayan insan demektir. Ben seninle aynı çağda yaşıyorsam beni çağın dışına iten güç nedir? Niye ben çağın dışında kalıyorum? Bu çağda yaşıyor olabilmenin kurallarını kaidelerini kim koydu? Kim oluşturdu? Bu kurallara uyulmadığında nasıl çağ dışı kalıyoruz? Birinin tüm bu soruların cevabını vermesi gerekiyor. Kime göre çağ dışı? İşte bunlar modernizmin bizim beynimize dayattığı ve tartışılmaz kabul ettiği putlarıdır. Dolayısıyla bu putları yıkamadığımız için, yeri geldiğinde şuurlu diyebileceğimiz insanlar bile İslâm’ın birtakım hakikatlerini izhâr etmekten yüzü kızarır vaziyete düşebilmektedir.

Günümüz Müslümanı kimi zaman, “Kadınla alakalı bir şey var, ama aslında İslam bunu demiyor” gibi karşı tarafa yaranmak için onların da bize dikte ettikleri şeylere bir paye vermiş olmak adına böyle tâvizler verilebilmekte ve hakikati ezdirilebilmektedir. Meselenin çok temel ve hulâsasını söyleyip bitirelim. Bu putların yenilememesi, mağlup edilememesi ve İslâm’ın da bir tarafa atılamaması gerçeği… Ez cümle; biz bugün ne putlardan vazgeçebiliyoruz ne de İslâm’dan.

Dolayısıyla “modern Müslümanlık” denirken kastedilen “modern” budur! Çağın dayatmış olduğu, natüralizmin dayatmış olduğu, âmentü olarak kabul ettiği maddelerden asla tâviz vermemek ama bir taraftan da Müslümanlığı bir tarafa bırakmamak demektir. Oysa Cenâb-ı Hakk  bize şöyle buyurmaktadır:

وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا…

“Allah’ın sana ahiret yurdunda vereceği şeyleri talep et. Dünyadan da nasibini unutma.”[1]

Dünya İkincil Hedef Olmalı

Bu çok mühim bir kıstastır. Buradaki dünyadan “da” eki ikincilliği ifade ediyor. Yani göz âhirette olmalıdır. Ahiretini kazanmak düşüncesiyle yaşa ama dünyadan da nasîbini unutma demektir. Ama modern dünyanın bize telkin etmiş olduğu menhec şöyledir: Dünyanın tâlibi ol, dünyanın peşinde koş, çağı yakala, çağın sana dayatmış olduğu putlardan asla vazgeçme, âhiretten de nasîbini unutma..! Bize söyledikleri, yaşam şekli olarak dayatmış oldukları şey budur.

Bu olunca modern Müslüman bütünüyle Kur’ân’ı, sünneti, ulemânın Kur’ân’ı ve sünneti anlamak için ortaya koymuş oldukları mezhepleri, bu muazzam sistemi yok etmeyip bunları uygulanmaya kalktığında, bunların çağın putları ile bağdaşmayacağını düşünmektedir. Ya modern dünyadan, moderniteden, çağdaş dünya demiş oldukları o ucubeden tâviz vereceksin; hayat şartları zorlaşacak. Veya modern dünyadan hiç tâviz vermeden Müslümanlığı buraya uyduracaksın! İşte bütün mesele burada kilitleniyor. Kur’ân tâbîmiz mi yoksa metbûmuz mu? Bütün mevzu bundan ibârettir.

Selefte, “bidat ehlini sünnetlerle yakalama, tespit etme yönteminin olduğu nakledilir. Bir adam kendi sapık itikâdına Kur’ân’dan yol bulabilir, bir şekilde manevralar yapabilir ama sünnet ortaya konulduğunda, Allah Rasûlü’nün ﷺ o Kur’ân âyetinin nasıl anlaşılacağı yönündeki beyânı îzâh edildiğinde o kimsenin önü tıkanırdı. Bir de bununla birlikte sahâbenin, Allah Rasûlü’nden o âyetin tatbîkine yönelik ortaya koymuş oldukları yaşam bilincini ortaya koyduğunuz zaman, artık mesele bitmiştir. İşte Ehl-i Sünnetin en temel husûsiyyeti ve bâriz özelliği buradadır.

Kur’an, Sünnet ve Sahabe

Ehl-i Sünnet, Kur’an, sünnet ve sahabe vurgusu yapmaktadır. Çünkü Ehl-i Sünnet Kur’ân’ı yaşama ve anlama derdindedir. Modern insan Kur’ân’ı anlama derdinde değil, kendi hevâsına göre “anlamlandırma” derdindedir. Bu ikisinin arasını ayıralım. Dolayısıyla Kur’ân’ı anlama derdinde olan, Kur’ân’ı anlamaya, hakîkî anlamda bizi murâdullâha eriştirecek olan menheci takip eder ki bu da sahabe, Kur’ân ve sünnet bütünlüğüdür. Bu bütün, murâdullâhı tam anlamıyla kavrayıp idrak edebilmemizi sağlar.

Hal böyle olunca modern insan hayat şartlarının yerinde gitmeyeceğini, çağın putlarına meydan okuyamayacağını, modernitenin dayatmış olduğu esaslarla mücadele edemeyeceğini düşünüyor. Eğer bu kimse sahâbe, sünnet ve Kur’ân bütünüyle birlikte yola çıkarsa önünün tıkanacağını gördüğünde çareyi kendince sadece Kur’ân’ı kaynak olarak almakta buluyor. Çünkü Hz. Ömer’in “Kur’ân çok vecih sâhibidir.” şeklinde bir sözü vardır. Bu söz aynı ifadeyle Hz. Ali, İbn Abbâs’ı (radıyallahu anhüm Hâricîler ile tartışmaya gönderirken kullandığı sözdür: “Onlara ayet okuma.”[2] Sen bir âyet okursun, Hâricî de bir âyet okur. Çünkü onlar kendilerince âyetlerden yola çıkıyorlar. Hz. Ali böyle yapan kimseleri sünnetlerle yakala, Allah Rasûlü ﷺ ile yakala, Kur’ân’ın murâdullâha muvâfık bir şekilde anlaşılmasını garanti eden Allah Rasûlü’nün ﷺ sözleri ve filleri ile yakalamamızı buyurmaktadır. İşte bu bir ölçüdür.

Anlama Değil, Anlamlandırma

Mevzu buraya gelince modern insan Kur’ân’ı anlama değil de anlamlandırma çalışması yaparak Kur’ân’a çağırıyorum adı altında çağın putları ile çekişmeyen, dövüşmeyen bir İslâmî model, bir yaşam tarzı tesis etme yolunu tutuyor. İddia sahiplerinin bahsinde olduğumuz cümleleriyle vurgu yaptıkları şey budur.

İddia sahipleri şayet Kur’ân’ı anlama derdinde olsalar, bugün ekranlarda İslâm’ın örtü biçimi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bir kısım açık hanımefendilerle birlikte programlar yaparlar mı? Peki bu hareketler Kur’ân’ın

…وَاِذَا سَاَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَسْـَٔلُوهُنَّ مِنْ وَرَٓاءِ حِجَابٍۜ…

“Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin”[3]

âyetine ne kadar uygundur? Hadi tamam, sünneti bir kenara bıraktılar, tatbîkâtını bir kenara bıraktılar da bu hareketler Kur’ân’a ne kadar uygun? Bir diğer husus olarak,

…اِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذ۪ي ف۪ي قَلْبِه۪ مَرَضٌ…

“Allah’tan sakınıyorsanız sözü bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık olan kimse ümide kapılmasın”[4]

âyetini hiçbir şekilde tatbik etmeyen, bu âyeti her şekliyle, konuşma tarzı ile ihmâl eden, kenara atan bayanlarla bu şekilde muhâtap oluşları, karma sistem ile ilgili bir tek kelâm etmeyişleri, artan fâiz oranları ile alakalı;

فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۚ

“Eğer böyle yapmazsanız (faizden vazgeçemezseniz) Allah ve Resulü tarafından size savaş açıldığını biliniz![5]

âyetini bir kere bile ağızlarına almayışları, ümmetin bu kadar derdi varken, bu ümmetin müptelâ olduğu günah bataklıkları varken, çıkıp da ekranlarda kabir azâbının var olup olmadığını tartışmaları niyetlerinin ne olduğunu az çok açığa vurmuyor mu? Bizim derdimiz bu mu? Elbette İslâm’ın her meselesi önemlidir. Ancak bu ümmetin şu an derdi sadece Kur’ân’ın kaynak kabul edilmemesi midir? Aslında cevap verdiğimiz şu iddiaların mesele bile edilmemesi gerekmektedir. Ancak insanları saptırmaları sebebiyle iddia sahipleri ve o zihniyette olanlarla uğraşmaya bir nevî mecbur kalınmaktadır.

Dolayısıyla şunu görmüş oluyoruz; bu iddiayı güdenlerin Kur’ân’ı kaynak almak, yaşamak, anlamak ve onu hayata tatbîk etmek gibi bir dertleri bulunmamaktadır. Bilakis nasların esnek yapısından hareket ederek, sünneti ve sahâbenin uygulayışını bırakarak, kendi din anlayışlarına yol bulmayı hedeflemektedirler. Bunun için de Kur’ân’ın önemine vurgu yapmak, sadece Kur’ân’a davet etmek sûretiyle kendilerine bir yol yapmak istemektedirler.

Bunu yaparken de sadece Kur’ân’a davet ettiklerinde bütün mevzuların hallolacağını, bütün müşkilatımızın, tartışmalarımızın biteceğini söylüyorlar. Bütün mevzu mezhepler, Ebû Hanîfe ve diğer mezhep imamlarımızdır. İddia sahiplerinin yegane amacı İmam Ebû Hanîfe gibi büyüklerimizin değil, kendilerinin taklid edilmesidir. Madem Kur’ân’a çağırmaktalar, bu kadar kitap yazıyorlar -kimilerinin kırka, elliye yakın kitapları mevcut- bunları kim adına, niçin yazdılar? Kendi din anlayışlarını dayatmak için yazdılar. Yani iddia sahipleri insanları Kur’ân’a değil, Kur’an’dan kendilerinin anladıklarına davet ediyorlar. Bu cümle her şeyin özetidir. Bunlar bizi Allah Teâlâ’nın indirdiği, murâdullâha muvâfık bir şekilde, Rasûlüllâh’ın ﷺ beyân ettiği sahâbenin de uyguladığı Kur’ân’a değil, kendi anladıkları ve modern dünyanın putları ile barışık hale getirdikleri Kur’ânî anlayışa davet ediyorlar. Bütün mevzu ve mesele budur.

Hikmetli bir hikâyedir anlatılır: Kadının biri bir fakihe fetvâ soruyor. O zamanın fakihi de ona diyor ki; “sana İmâm Mâlik’in görüşünden mi fetvâ vereyim Kur’ân ve sünnetten mi?”  Kadın, “sen bana İmâm Mâlik bu konuda ne diyor onu söyle” diyor. Fakih bu cevaba bozuluyor tabi ve diyor ki; “ben sana bir tarafta İmâm Mâlik’in görüşü ile mi fetva vereyim diyorum yoksa Kur’ân ve sünnet ile mi. Sen bana; “İmâm Mâlik’in görüşü ile fetva ver” diyorsun. Böyle şey olur mu?” diyor. Kadın akıllı biri çıkıyor ve diyor ki; “ben İmâm Mâlik’in Kur’ân ve sünneti senden çok daha iyi anladığına ve anlayacağına inanıyorum, hepsi bu. Sen bana Kur’ân ve sünnet derken kime göre fetva vereceksin, kendine göre fetva vereceksin.” Demek ki bütün mevzu ve meselemiz Kur’ân’ı anlama, Kur’ân’a davet etme adı altındaki sapkınlıkların irdelenmesi ve bu iddianın altında yatan samimiyetsizliktir. Bunun samîmî bir iddia olmadığını kavramamız zorunludur. Bu iddiayı güdenler problemlerin üzerine problemler üretmek istemektedirler. Bizi yeni yeni tartışmalarla boğdurmak istiyorlar. Mesela bundan ibârettir.

İbretlik Bir Hadise

Şu çok ibret verici bir hadisedir; Hâkim, el-Müstedrek isimli eserinde naklediyor: Hz. Ömer döneminde Bedir’e katılmış bir muhâcir içki içiyor ve Hz. Ömer de onu yakalatıyor. Suçu sabit olunca Hz. Ömer bu adama içki içme cezası olan sopa vurulmasını emrediyor. Muhâcir de ayağa kalkarak itiraz ediyor: “Senin verdiğin bu hüküm ile benim aramda Allah’ın kitabı var. Senin öyle bir hüküm verme salâhiyyetin yok.” Hz. Ömer taaccüb ediyor; Muhâcir olan sahâbî hemen şu âyeti okuyor: “İmân edip, amel-i salih işleyenlere, imân ettikleri sürece tattıklarında, yiyip içtiklerinde hiçbir günah yoktur.”[6] Yani âyetin zâhirî manası bize şunu söylüyor: “Bir insan îmân ettiğinde, bununla birlikte amel-i sâlih işlediğinde, ibadetlerini yerine getirdiğinde dilediğini yiyebilir içebilir.” Muhâcir olan sahâbî bununla ihticâc ediyor, delil getiriyor. Diyor ki: “Bu âyete göre ben içki içebilirim, dolayısıyla sen bana had vuramazsın.” Bunun üzerine Hz. Ömer oradaki topluluğa dönüyor ve diyor ki: “Yok mu buna bir cevap verecek olan?” Hemen tercümânu’l-Kur’an lakabıyla maruf Abdullah b. Abbâs (radıyallahu anhuma) öne atılıyor ve diyor ki; “Bu doğru değildir. Bu âyet evvelkiler için bir mâzerettir, sonrakiler içinse bir hüccettir.”[7]

Yani âyetin bu manada inmediğini ifade ediyor. Bu âyeti inmesine sebep olan hadise, Bedir’e katılmış ve çok amel-i sâlih işlemiş olan sahabîlerdi. Bunlar, yaşadıkları dönemde henüz haram kılınmadığı için içki içerlerdi. Onlar şehid olduktan sonra içki haram kılındı.

Bunun üzerine bir kısım Müslümanlar şu soruyu sordular: Onların durumu ne olacak? Bu soru ve hâdise üzerine bu âyet geldi. Âyeti şimdi bu bağlamda okuduğumuzda her şey ortaya çıkıyor ve mesele oturuyor ve âyetin öncekilerin mazur olduğu, öncekilerin bu günahtan mesul olmadığına yönelik bir açıklama niteliğinde olduğunu görüyoruz. Mesele bundan ibârettir. Ama âyeti bağlamından kopardığımızda velev ki Bedir’e katılmış bir sahâbî bile olsa yanılabileceğini görüyoruz. O zaman en tehlikeli şey, bağlamından kopararak, zâhirî manalar vererek, âyeti dilediğimiz şekilde esnetmek, görüşlerimize uydurmaktır.

Biz mi Kur’an’a mı Tâbiyiz; Yoksa Kur’an mı Bize Tâbi

Ebû Mûsâ el-Eşari (radıyallahu anh) bu sebeple ne demiş: “Kur’ân’a tâbi olun, Kur’ân size tâbi olmasın. Çünkü kim Kur’ân’a tabi olursa, Kur’ân onu cennet bahçelerine indirir, koyar. Kim de Kur’ân’ı kendisine tâbi kılarsa ensesine basar, onu ateşe atar.”[8]

O halde Kur’ân bizim dünyamızda tâbi midir yoksa metbû mudur? Kur’ân’ı anlama tartışmaları yaparken Kur’ân’ı tâbi mi yapmaya çalışıyoruz yoksa metbû yapma gayreti içerisinde miyiz? Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz fehvâsınca meseleye bakacak olursak şunu görüyoruz: bu fikirde olanların yaşantılarından, tatbîkatlarından anlaşılıyor ki bu kimselerin Kur’ân’ı tatbik etmek gibi bir düşünceleri yok. Kur’ân’ı anlama diye bir düşünceleri yok; anlamlandırma gibi bir düşünceleri var. Neden? Çünkü yaşadıkları hayat tarzı Kur’an iz iz takip eden bir tarz değil. Kur’an’ın model olarak ortaya koyduğu hayattan daha çok modern hayata ayak uydurmuş durumdalar. Kur’an’a uyan bir dînî yaşantı nasıl olur bunu bir misalle anlatalım mı? Anlatalım ki din dediğimiz sistemin nasıl titizlikle yaşanması gereken bir sistem olduğu daha iyi anlaşılsın.

Buhârî’nin naklettiği bir rivayette vedâ haccında Efendimiz ﷺ Kur’an’ı en iyi bilen kimseler olan sahâbeye soruyor: “Bugün hangi gündür? Bu ay hangi aydır? Bu yıl hangi yıldır?” Sahabe-i kirâm bu sorular karşısındaki tavırlarını anlatırken mefhum olarak şöyle diyor: “Aslında bu soruların cevaplarını biliyorduk. Lakin, belki Allah Rasûlü ﷺ’ne bugünün başka bir gün, bu ayın başka bir ay, bu yılın başka bir yıl olduğuna dair yeni bir vahiy gelmiştir diye tüm bu sorular karşısında sustuk.”[9] Görüyor musunuz ciddiyeti? Bizim çok basit gibi telakki edeceğimiz sorular karşısında bile sahabe Allah ve Resulü ile ters düşme durumundan nasıl da korkuyor? Bugünün modern Müslümanı ise çok rahat şekilde bir sahih hadis için “Ben inanmıyorum, Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir şey söylemez” diyebiliyor.

Sahabeye bakınız. Onların teslimiyetlerini ve hayatlarını vahye göre düzenlemelerindeki titizliği anlatabilmek için inanın sade bu rivayet bile yeter. Zaten birçok soru mukâbilinde “Allah ve Rasûlü en iyi bilendir” dediklerini diğer rivayetlerde görmekteyiz. Kur’ân’ı anlamak işte tam olarak budur. Rasûlüllâh’ın ﷺ önünde engel olmak, barikat olmak değildir. Rasûlüllâh’ın ﷺ anlattıkları şeyleri insanlara aktarmaya çalışmak Kur’ân’ın önüne geçmek değildir. Kur’ân’ı anlamak hususunda Rasûlüllâh’ı ﷺ öne geçirmektir. Zira Kur’ân-ı Kerim bizlere:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ

Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin…”[10]

buyurmaktadır. Cenâb-ı Hakk bu âyet-i kerimede sadece Allah’ın önüne geçmeyin buyurmamakta, Resûlünün de önüne geçmeyin buyurmaktadır.

Bu âyetin tefsiri sadedinde şu hadise mühimdir: Bir vâli tayin edilecekti. Bu mesele görüşülürken Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer (radıyallahu anhuma) onun huzûrunda kimin vâli olacağı hususunda tartışıyorlardı. Bunun üzerine âyet geldi ve dedi ki: Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.”[11] Dikkat ediniz: Mesele bir vali tayini meselesi ve Resulullah’ın huzurunda çıkan bir tartışma sonucunda âyet geliyor. Cenâb-ı Hakk âyette seslerini Resulüllah’ın sesinin üzerine çıkaran bu ümmetin en büyük iki şahsiyetini ikaz ediyor. Hem de nasıl bir ikaz? Amelleriniz siz hiç farkında olmadan iptal olur buyruluyor.

Şimdi düşünelim: Sesini Resulullah’ın ﷺ sesinin üzerine çıkaranın ameli iptal oluyorsa, zevkini, yaşantı tarzını, görüşlerini, fikirlerini Rasûlüllâh’ın ﷺ görüşleri, sözleri ve buyruklarının önüne geçirenin durumu ne olur?”

Bir yerde Rasûlüllâh ﷺ bir hüküm beyân etmişse delilinin Kur’ân olduğunu iddia ederek hilâfına bir şey söylemek câiz değildir. Bu nasıl bir iddia! Bu kimse Kur’ân’ı Rasûlüllâh’tan ﷺ daha mı iyi bilmektedir? Böyle bir kimsenin delili Kur’ân değil, Kur’ân’dan anlamış olduğu manadır. Hevâsına göre manalandırmış olduğu âyeti öne sürmektedir. Cenâb-ı Hakk böyle durumlara maruz kalmaktan bizi muhafaza eylesin.

Bu kısımda dinin kaynağının sadece Kur’ân olduğuna dair iddianın samimiyetsiz, çifte standartlı ve içinin tamamen boş olduğunu beyân etmeye çalıştık. İddia sahiplerinin ifadeleri ve bizim anlattıklarımızdan ortaya çıkan netice şudur ki, dinin yegâne kaynağının Kur’an olduğunu söyleyerek sünneti inkâr etmenin pratikteki karşılığı, ben hayatımı şekillendirecek bir din değil, hayatıma göre şekillendirebileceğim bir din arıyorum demektir. Başka bir deyimle ben nasıl bir hayat tarzı benimsememi bana gösterecek bir Kurân değil, belirlediğim tarza uyum sağlayacak bir Kur’an arıyorum.

Bu söylem bize bir yerden çok tanıdık geliyor değil mi? Zira Hz. Peygamber’den de aynı şeyi istemişlerdi. Oysa Sünnet-i seniyye Kur’an’dan şahısların anladıkları mananın değil, Allah’ın murad ettiği mananın hayata dökülebilmesinin teminatıdır. Bu teminatı ortadan kaldırmak demek, meseleyi bencilleştirerek önü alınamayacak görüşler kargaşasına Müslümanları mahkûm etmeye çalışmak demektir ki İslâm’ı tahrif etmeye yeltenenlerin bu işe sünnet üzerinde şüpheler oluşturmaya çalışmakla başlamaları da bu sebepledir. Bir diğer açıdan bakıldığında müstakimce bir hayat yaşayabilmenin yolunu gösteren selef-i salihînin sünnet vurgusu da sünnetin teminat oluşundan kaynaklanmaktadır.


[1] Kasas, 77.

[2] İbn Ebi’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-Belâğa, Daru’l-Kütubi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1418, Baskı: I,  I/5048.

[3] Ahzâb, 53.

[4] Ahzâb, 32.

[5] Bakara, 279.

[6] Mâide, 93

[7] Hakim, el-Müstedrek, No: 8132

[8] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, No: 30636.

[9] Buhârî, “Kitâbu’l-İlm”, No: 67.

[10] Hucurât, 1.

[11] Hucurât, 2; Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1404, Baskı: III, VII/454

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu