AkaidMakaleler

Selefîlik ve Tarihsel Süreci -1-

Giriş

Bir şey hakkında konuşabilmenin öncelikle o şeyi tanımaya bağlı olduğunu, böyle yaparsak o şeyin hakkında kuracağımız cümlelerde isabet edebileceğimiz gerçeğinden hareketle selefiliğin ne olduğunu kavramaya ihtiyacımız vardır. Bu mesele her ne kadar uzun tafsillere ihtiyaç duyuyor olsa da bizler bu yazımızda Selefîliğin mahiyeti ve tarihçesiyle ilgili kısa bir malumat vermeye gayret edeceğiz. İlk etapta ‘Selefîlik nedir ve neye nasıl inanır, nasıl ortaya çıkmıştır, itikâdları nelerdir’ gibi birtakım meselelere kısaca değinmek istiyoruz. Ancak bu yazı elbette ki Selefîyye’nin tam anlamı ile tafsil edilmesi, görüşlerinin tamamının serdedilmesi ve tahlil edilmesi şeklinde bir hedef gütmemektedir. Çünkü böyle bir şey yapabilmek serî dersler icrâ etmeye ihtiyaç duyar.

Selefîlik

Selefîlik, kelime anlamı itibarıyla selefe mensup olmak anlamına gelmektedir. Selef ise lügavi anlamı itibarıyla kişiden/şeyden önce olana denmektedir. Buna göre yaş bakımından ve üstünlük bakımından kişiden önce olan babası ve yakınları onun selefidir.[1] Istılâhî olarak ifade ettiği mana ise Rasûlüllah Efendimiz’in ﷺ şu hadîs-i şeriflerinde ifade buyurmuş olduğu şekildedir:

قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «خَيْرُكُمْ قَرْنِي، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ»

“Peygamber şöyle buyurdu: “Sizin hayırlı asrınız, benim içinde yaşadığım zamandır. Sonra benimle yaşayanlara yakın olanlardır. Daha sonra onlara yakın olanlardır”..[2]

Hadiste vurgu yapılan ilk üç asrı bu ümmetin en hayırlıları yapan unsur istikametleridir. Şüphesiz ki bu istikamet onların hayatında öncelikle itikad noktasında vardır. Yani selef, dinin temel esaslarında tamamen ittifak halindedir. Öyle ki, ulemamız bu esasları asırlar boyu el-Fıkhu’l-Ekber ve Tahaviyye gibi akide metinlerinde kısaca ifade etmişler ve muhafaza edilmesini sağlamışlardır. İmam eş-Şâtıbî’nin de ifade ettiği üzere bidat fırkaların ana özelliği ise başta selefin ve sonrasında bütün bir ümmetin ittifak ettiği bu esaslara muhalefet etmiş olmalarıdır.[3]

İslâm ümmeti de bu hadisi şerifte zikredilen ilk üç asırdaki kimseleri ümmetin en hayırlıları olarak bilmiş ve onlara selef-i salihîn demiştir. Ümmet, onları her zaman bu isimle yâd etmiş ve etmektedir.

Ne var ki tarih içerisinde birçok kavramın dejenere edilmiş olması gerçeğinden ‘selef’ kavramı da nasibini almıştır. Nitekim sonraki asırlarda kendilerini Selefî olarak tanıtan zümreler, selefin ümmet nezdindeki itibarını ve kabulünü kullanarak bidat görüşlerinin rağbet görmesi için kendilerine Selefîyyûn yani “selefe tâbi olanlar” demiştir. Bu itibar katma refleksi tarih içerisinde ehl-i sünnet ve cemaat kavramının da manipüle edilmesine sebep olmuştur. Zira tarihte mücessime ve müşebbihe de kendilerini bu isimle tanıtmışlardır.[4] Böylece İslâm tarihinde Müslümanların başına birçok sıkıntılar açacak olan ‘Selefîlik’ akımı baş göstermiştir.

Selefîlik nasıl çıktı ve nereden beslenmektedir? Elbette bu sorulara cevap vermeden önce günümüzde bu bağlamda ortaya atılan iddiaları anlamamız ve cevaplandırmamız mümkün değildir. O halde selefîlik kavramı üzerinden tarih boyu süregelmiş sınıflandırmayı kısaca ortaya koymamız faydalı olacaktır.

Selef

Bu sınıflandırmanın ilk kısmına “Mütekaddim selefiyye” değil de ‘selef’ yazmamızın sebebi yanlış bir algının önüne geçilmesidir. Zira günümüzde Selefiyye dendiğinde genel olarak fırka halinde karşımıza çıkan farklı selefî gruplar anlaşılmaktadır. Bunlar kendilerine meşruiyet atfedebilmek için ‘selef’ kavramını istismar etmektedirler. Selefilikten bahseden eserlerin yaptığı tasnifte olduğu gibi ilk üç asırda yaşamış olan kişilere ‘selef’ yerine Selefiyye tabirini kullanmak kanaatimizce çok isabetli değildir. Çünkü onlar seleftir ve belli bir fırkayı temsil etmemektedir. Merhum Ramazan el-Bûtî’nin de ifade ettiği üzere bu anlamda Selefiyye ifadesi, tarihsel bir merhaledir, diğer fırkalar gibi kendine özgü kabulleri olan bir mezhep değildir.[5]

Bu çerçevede selef, sahabe başta olmak üzere, tabiin ve tebe-i tabiînin bu ümmetin omurgasını oluşturan hususlardaki istikametini yansıtan tabakaların adıdır. Bu tabakalarda ümmetin bölünmesine sebebiyet veren ve itikâdî noktalarda istikamet sapması yaşatan ihtilafların yaşanması hem az hem de etkisiz olmuştur. Bu süreci kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz:

Rasûlüllah Efendimiz ﷺ döneminde itikâdî anlamda herhangi bir muhalif ve bidat görüşün ortaya çıkması söz konusu olmadı, olamazdı. Çünkü Allah Resulü hayattaydı ve insanların her nevi müşkilleri varsa gidip bunu Peygamber’e (aleyhisselam) sorarak cevabını alma imkânlarına sahiptiler.[6]  Ne var ki, Rasûlüllah ﷺ’ın vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfeti döneminde zekâtı inkâr eden ve vermeyeceğini söyleyen birtakım insanlar çıktı. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahu anh) bu insanlarla mutlaka savaşılması gerektiğini söyledi ve onlara savaş ilan etti.[7] Bu savaşlara ‘Ridde savaşları’ denilmektedir. Sonraki zamanlarda farklı kişiler ve fırkalar çeşitli bidat görüşlerle toplumda baş göstermeye başladılar. Mu‘tezile’nin ilk ortaya çıkışı, Şia’nın imamet görüşünün taraftar bulmaya başlaması, Cehm b. Safvan gibilerinin ta’tîl görüşlerinin yaygınlaşmaya başlaması bunun örneklerindendir.[8]

Bahsi geçen dönemlerdeki aykırı fikirlerin ortaya çıkışının çarpıcı örneklerinden biri de şu hadisedir: Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) hilâfeti döneminde Sabîğ isimli Iraklı bir kişi müteşâbih âyetleri araştırmaya, istivâ, yed, vech gibi müteşâbihlerin manasını sormaya başlar. Hazret-i Ömer de bu kimseyi hurma dalıyla yapmış olduğu sopayla yara bere içerisinde kalana kadar dövmüş hatta yaraları iyileşince tekrar dövmüş ve bunu birkaç kez tekrarlamıştır. Bu kişiyi en sonunda da Irak’a sürgün etmiş ve orada bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye kimsenin bu kişiyle konuşmamasını tembihleyen bir mektup göndermiştir.[9]

Hiç şüphesiz ki Hazret-i Ömer’in bu tavrının ardında yatan saik, sahabe-i kiramın bu gibi âyetlerin manasını Rasûlüllah’a ﷺ hiçbir zaman sormamış olmasıdır. Meselenin nirengi noktasını teşkil eden bu noktada ümmet için gerçekten çok büyük ibret ve vesikalar vardır. Zira sahâbe-i kirâm Arap dilini çok iyi biliyordu ve Kur’ân-ı Kerîm ile alakalı en ufak bir detayı bile Rasûlüllah Efendimiz’e sormaktan geri durmuyorlardı. Buna rağmen müteşâbih âyetlerle alakalı herhangi bir soru sormamışlardı. Buna binaen selef diye tabir ettiğimiz ilk üç asırda yaşayan bu ümmetin büyükleri de bu âyetlerle ilgili soru sormamayı, bunların manasını Allah Teâlâ’ya tevfiz etmeyi tercih etmiştir. Çünkü bu tavrı takınmamız hususunda Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:

وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ

“İlimde râsih (derinleşmiş) olanlar da: “(Biz) ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır!” derler.”[10]

Selef-i sâlihînin müteşâbih âyetlerle alakalı tutumu hep bu şekilde olmuştur. Hazret-i Ömer’in (radıyallahu anh) döneminde Sabîğ gibi kişilerin müteşâbihleri sorgulaması ve araştırmasıyla başlayan savrulma, zamanla teşbih ve tecsim inancının baş göstermesiyle sonuçlanmıştır. Daha sonra Hazret-i Osmân döneminde tezâhür eden vakalar ve fitne olayları, Hazret-i Ali döneminde daha çok ayyuka çıkan birtakım kargaşalar neticesinde Hâricîler zuhûr etmiş ve buna karşın Hazret-i Ali’nin taraftarıymış gibi görünen Şîa mezhebi de ortaya çıkmıştır. Naklin öncesinde akılcı tutumu temsil eden Mu‘tezilenin de sonraki dönemlerde zuhur etmesiyle ümmetin omurgasını teşkil eden ehl-i sünnet itikadının üzerinde durulması daha da önem arz etmeye başlamıştır.

Bütün bu akımlara karşı selef döneminde ehl-i sünnet itikadının bir nevi manifestosu mahiyetindeki ilk meşhur çalışma İmam Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhu’l-Ekber’i olmuştur. Bu eser, Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisinde kurtulan fırkayı tarif ederken buyurduğu “benim ve ashabımın yolu üzere olanlar” ifadesinin akide alanındaki kafakağıdı olmuştur. İmam-ı Azam bu eserinde, en başta sahabe olmak üzere bütün bir selefin sıfâtullah, ru’yetullah, nübüvvet ve imamet meselelerinde nasıl bir itikat üzere olduğunu madde madde halinde çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Sonraki dönemler İmam et-Tahâvî tarafından kaleme alınan akîde metni de bu bağlamda önemli bir vesika olmuştur.

Özetle, İmam Ebû Hanife, Süfyân-ı Sevrî, Hasen-i Basrî, İmam Malik, İmam Ahmed gibilerinin temsil ettiği çizgi tam olarak ‘selef’ kavramıyla ifade edilebilir. Müteahhir Selefiyye ismiyle çok sonraki dönemlerde karşımıza çıkan farklı fraksiyonların ise itikadi bakımdan bu sayılan imamlarla alakaları yoktur. Bilakis bu mezhep ve meşrepler, tarih boyu baş göstermiş olan farklı ideolojilerden etkilenerek belli olaylar neticesinde ortaya çıkmış olan bidat ekollerdir. İsimlerinin selefî olması ise, bu imamların ümmet nezdindeki itibarından istifade ile kendilerini kabul ettirme niyetine matuf bir istismar girişimidir.

Ehl-i Hadis ve Selefîlik

Şunu da belirtmeliyiz ki, günümüzde Selefîlik akımının beslendiği bir başka anlayış da tarihte ehl-i hadis olarak nitelendirilen zâtlardır. Hadislerin nakledilme faaliyetlerinde ciddi gayret ortaya koymuş olan fakat dirâyetu’l-hadis alanında behreleri olmayan bu zümre İbn Teymiye çizgisinin beslenme kaynağı olmuştur. Bahusus Hicri V. asırda yaşamış olan ve Eş‘ari ulemaya tentikleri ve kelam ilmine tenkitleriyle bilinen Ebû İsmâil el-Herevî (v.481)’nin el-Erba‘în’inde sübut derecesine bakmaksızın bazı rivayetlerde yer alan Allah U’ın sınırının olduğu, cihette olduğu, ısba‘ (parmak), ayn (göz) gibi sıfatları Allah Teâlâ için ispat eden tavrı[11] VII. Asırda dünyaya gelecek olan İbn Teymiye için de kaynak olmuştur. Zira Herevî, ilgili eserinde ve Zemmu’l-Kelâm gibi eserlerinde selef alimlerinin teşbih ve tecsimi reddeden tavrından ziyade bu türden bir akideyi teyit edecek bir tutum sergilemektedir. Keza kelam ilmine vukufiyeti olmayan Kadı Ebu Ya‘lâ ve İbn Huzeyme gibilerinin yazdığı bu tarz eserler de halen İbn Teymiye çizgisi için sürekli referans alınan kaynaklar haline gelmiş durumdadır.

Ehl-i hadîs, Merhum Allâme Zâhid el-Kevserî’nin Te’nîbü-l-Hatîb’inin başlarında[12] ve Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (rahmetullahi aleyh)’nin Telbîsü İblîs’ inde[13] bahsetmiş olduğu üzere hadislerin fıkhını kavrama noktasında çok ciddi vartalara düşmüşlerdir. Bu da hadisleri belli bir usûl muvâcehesinde tahlil etmeyip sadece rivâyet tarafına önem verip bir hadis sahih ise onunla mutlaka amel edilir zihniyetine sahip olmalarından kaynaklanmaydı. Oysa hadislerin anlaşılmasında teâruz durumunda gidilecek yollar olan nesh, tercih, cem veya tesakut gibi meseleler hayati önem taşımaktadır.

Hadis tarihini anlatan hikayelerde ehl-i hadisin bahis mevzuu ettiğimiz hatalarına dair misallere rastlanmamız mümkündür. Mesela, ‌وَمَنِ ‌اسْتَجْمَرَ، ‌فَلْيُوتِرْ “Taşla istincâ yapan tek sayıyla yapsın”[14] anlamına gelen bir rivayet vardır. Hadislerin sadece rivayet kısmıyla ilgilenen bazılarının bu rivâyeti lafzına bakarak “taşla istincâ yapan hemen vitir namazı kılsın” şeklinde anladığından bahsedilmektedir. Tarihte yaşanmış bu tarz hadiseler bize akidevi meselelere nispetle son derece tâlî olan bu meselelerde bile ortaya konan yanlış anlamanın teşbih ve tecsim gibi temel itikadi mevzularda ne kadar büyük olabileceğine dair ipucu vermektedir. Ortaya konan bu tutum, haberî sıfatları irdelemeyi menhec haline getirmiş İbn Teymiye çizgisindeki selefiliğin arayıp da bulamayacağı bir menba haline gelmiştir. Elbette ki buna İbn Huzeyme gibilerinin Kitâbu’t-Tevhid’indeki teşbihçi tutumu[15] ve İmam Ahmed (rahmetullahi aleyh)’in oğlunun yazdığı Kitâbü’s-Sünne[16] gibi eserler de dahildir.

Devam edecek…


[1] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Daru’l-Ma‘rife, Kahire, III/2069.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 7/235, (4173); Buhârî, “Şehâdât”, 9; Ebû Avâne, Müstahrec, (6412); Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, (581);

[3]  Ebû İshâk eş-Şâtıbî, el-İ‘tisâm, II/200.

[4] Örnek için bkz. Kadı Abdülcebbâr, Fadlu’l-İ‘tizâl ve Tabakâtu’l-Mu‘tezile, ed-Dâru’t-Tûnusiyye, 1974, s. 187.

[5] Ramazan el-Bûtî, es-Selefiyyetu Merhaletun Zemeniyyetun Mübâreketun lâ Mezhebun İslâmiyyun, Daru’l-Fikr, Dımeşk, 2010, s. 13 vd.

[6] Şâh Veliyyullah ed-Dihlevî, el-İnsâf fî Beyâni Esbâbi’l-İhtilâf, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1406, Baskı: III,  s.22.

[7]  Buhârî, “Babu’l-İktidâ bi Süneni Resûlillâh”, (6855); İbn Hibbân, Sahih, (217); Müslim, “Bâbu’l-Emri bi Kitâli’n-nâs, (32).

[8] Bu konuyla ilgili İslâm tarihinde fırkalaşmanın başlaması ve gittikçe yaygınlık kesbetmesiyle ilgili süreci merhum Allâme Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin Mukâddimât’ı içerisinde Tebyînu Kezibi’l-Müfterî’ye (s. 40-53) ve et-Tabsîr fi’d-Dîn’e (s. 107) yazdığı takdimelerden okumamız mümkündür. İkincisinin birinciye nispetle muhtasar mahiyetinde olduğu her iki takdime de bu konuda gerçekten çok müfittir. Bkz. Muhammed Zahid el-Kevserî, Mukaddimâtu’l-İmâmi’l-Kevserî, Dâru’s-Süreyyâ, Dımeşk, 1418, Baskı: I.

[9] Dârimî, Sünen, 1/104.

[10] Âl-i İmrân, 7.

[11] Ebû İsmâil el-Herevî, Kitâbu’l-Erba‘în fî Delâili’t-Tevhîd, Yayınevi: Yok, 1404, Baskı: I, s. 45 vd.

[12] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Te’nîbu’l-Hatîb al âmâ Sakahû Fî Tercemeti Ebî Hanife min Ekâzîb, Yayınevi: Yok, 1410, s. 12 vd.

[13] Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîsu İblîs, Daru’l-Fikr, 1421, Baskı: I, s. 103.

[14] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 12/155.

[15] Eserdeki teşbih tavrı öylesine ileri seviyededir ki bu ümmetin asırlar boyu akidesini kendisinden öğrendiği İmam Fahrurrâzî bu eserin hakikatte Kitâbu’ş-Şirk olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1420, Baskı: III, XXVII/582.

[16] İmam Zahid el-Kevserî, Makalât’ında bu esere Kitâbu’z-Zeyğ/Sapkınlık Kitabı demekte ve İmam Ahmed’in kelamla ilgili bir eser yazması şöyle dursun fetvalarının yazımını bile yasakladığını, vefatından on üç yıl önce hadis rivayet etmeyi terk ettiğini fakat oğlunun Haşevîlerin baskısıyla bu eseri yazdığını belirtmekte ve eserden teşbih akidesini ortaya koyan pasajlar aktarmaktadır. Bkz. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlât, el-Mektebetu’t-Tevfîkıyye, Kahire, Mısır, s. 296-302.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu