MakalelerTasavvuf

“Râbıta”nın Delilleri -2

“Râbıta”nın Delilleri -1- yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Feyiz Almanın Kısımları

İlk ve en yüce vesilemiz, Peygamberimiz ve mürşidimiz ve yol göstericimiz Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’dir. Ashâb-ı kiram (Radıyallâhu Anhum) O (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den feyz aldılar ve öğrendiler. Bu feyz alma iki kısımdır. Biri, zâhirî feyz almadır. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerifleri Peygamberimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den öğrenmeleridir. Diğeri, mânevî ve rûhânî kısımdır. Ashâb (Radıyallâhu Anhum) umumi olarak O’nun rûhâniyetinden hususi olarak da Ebû Bekir Sıddık (Radıyallâhu Anh)’dan feyz aldı ve öğrendiler.[1]

Feyz almanın bu ikinci kısmı, talibin kalbini Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in kalbine karşı yöneltip, O (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in sûretini hayâl etmesiyle ve feyz isteyenin, ilâhî feyzin feyz veren Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) efendimizin kalbinden kendi kalbine ulaşmasını beklemesiyle elde edilir. Bu feyz alma ilâhî âdetin süregeldiği şekilde muhabbet miktarına göre değişiklik gösterir. Nitekim Allah Teâlâ zâhirî ilmi de muallimle birlikte zâhirî sohbet ve muallimin ders takrîri sebebiyle o ilme tâlip olanın kalbinde yaratmıştır. İlâhî âdet böyle cereyân etmiştir.

Üveys el-Karenî (Radıyallâhu Anh)’ın Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i görmeden ve zâhirî sohbetinde bulunmadan onun rûhâniyetinden feyz alması işte bu ikinci rûhânî kısımdandır. Nitekim onun hakkında, “tâbiînin en hayırlısı”[2] denilmiştir. O, bu fazilete, tâbiîn arasında sevgisindeki ziyadelikle ulaşmıştır.[3]

Kadı Beyzâvî, “Artık hemen gir (salih) kullarımın içerisine! Böylece (buyur) gir cennetime!” (Fecr, 29-30) âyetinin tefsirinde bu rûhânî feyz almanın yoluna şöyle işâret etmiştir: “Onlarla beraber veya mukarrebler zümresinin içerisine gir. Böylece onların nuruyla nurlanırsın. Kudsî cevherler karşılıklı aynalar gibidir.”[4]

Yani birinde görünen şeyin diğerinde de görülmesi bakımından karşılıklı aynalar gibi. İşte bu, saadetlerin tekâmül etmesine ve derecelerin yükselmesine sebep olur.

 Âyetin zahirinden anlaşılan bu ölümden öncedir. O halde Allah Teâlâ’nın “Cennetime gir” (Fecr, 30) âyetinde cennetten murâd, “Rabbinin (yüce) makamından korkmuş olan (mukarreb) kimse(ler) için iki cennet vardır” (Rahman, 46) âyetinde denildiği gibi rûhânî cennettir. Dünyadaki cennet, mârifet-i ilâhiye ile lezzetlenme, O’nun nimetlerini inceleme, yarattıklarına bakarak O’nun şanının yüceliği ve saltanatının üstünlüğüne delil getirmedir. Sonra vuslat denizinin derinliklerine dalmadır.

İmâm Râzî’nin ifadelerinde de bu manaya işâret vardır. O şöyle demiştir: Bu makam, yüksek bir haldir. Çünkü kutsî rûhlar, parlak ve cilalı aynalar gibidir. Bir kısmı diğer bir kısmına yaklaştığında parıltılar akseder ve her birinde, diğerinde olan şey ortaya çıkar. İşte bu yakınlaşma, saadetlerin tekâmül ve derecelerin yücelme sebebi olur. O rûhânî saâdet işte budur.[5]

Allah Teâlâ’nın (Salih) kullarımın arasına gir ve cennetime gir” (Fecr, 29-30) âyeti, meşâyih arasında “teveccüh” ve “zikir telkîni” diye tâbir edilen mürşidin mürîdin kalbine feyz akıtmasının kaynağıdır.

Müfessirlerin açıklamasına göre bu, Mürîdin kalbini mürşide yöneltmesi ve feyz talep etmesi, bunun üzerine de Allah Teâlâ’nın ilâhî âdetin gereği üzere feyzi ve tesiri mürîdin kalbinde yaratmasıyla meydana gelir. Böylelikle mürîd istifade eder ve Allah Teâlâ’nın dilediği kadar terakkî eder, yükselir. Bu, manevi nimete nail olanlar katında mâlûm ve tecrübe edilmiştir.

“”Sâdık”larla Beraber Olun”

Allah Teâlâ’nın “Sâdıklarla beraber olun.”  (Tevbe, 119) âyeti de bu ikinci rûhânî kısmı desteklemektedir. Muhakkikler bu âyetteki beraber olmanın mânevî beraberlik olduğunu söylemişlerdir. Çünkü zâhirî beraberlik dünyanın uzak bölgeleri ve ülkelerin her tarafına dağılmış olan ashâb hakkında mümkün değildi. Zîrâ sürekli zâhirî beraberlik, her ikisinin de aynı beldede aynı mahalle ve aynı evde bulunmalarını gerektirir. Bu ise Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in pâk zevceleri dışındakiler için mümkün değildir, hatta Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) diğerlerinin yanındayken onlardan bir kısmı için bile mümkün değildir. Buradan hareketle, beraber olmadan murad, tam bir muhabbet ve O’nun (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şerefli sûretinin hayâl edilmesiyle elde edilen mânevî beraberlik olduğu ortaya çıkmaktadır.[6]

İsmail Hakkı Bursevî (Rahimehullâh) “Sadık”larla beraber olun” (Tevbe, 119) âyetinin tefsirinde der ki:

“Bu âyet-i kerimede bahsedilen sadıklardan biri de kâmil mürşidlerdir (Çünkü onlar, özü, sözü ve işiyle Hakk’a sadık kimselerdir). Bir mümin, kâmil mürşidlerin nazarları altına girer, muhabbetle huzurlarında kabul görür, ciddiyetle kapılarında amel ve hizmet yaparsa, onların feyiz ve bereketleriyle kötü işleri terk etmeye, Allah’ın yolunda istikamet üzere bulunmaya rahatlıkla muvaffak olur, Hakk’ın huzuruna kavuşur.”[7]

Allâme Âlûsî (Rahimehullâh), sadık kimselerle beraber olmayı şöyle açıklar:

“Sadık ve salihlere karışınız (onlarla iç içe olunuz) ki onlar gibi olasınız; çünkü herkes yakın olduğu kimseye uyar.”[8]

İşte râbıtanın hedefi, sıddık, şahit ve salih bir veliyi Allah için sevip ondan sırat-ı müstakîm ahlâkını almaktır. Ârifler yeryüzünde Allah’ın şahitleridir; onların yüzü, sözü, bakana dinleyene Allah’ı zikrettirir, ahireti düşündüttürür, hayırları sevdirir. Bunun için Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onlarla hemhal olmayı şöyle tavsiye etmiştir:

“Meclisinde bulunacağınız kimselerin en hayırlısı; görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran ve ameli ahirete rağbetinizi artıran kimselerdir.”[9]

Allah Teâlâ, bizlere, sadık kulları ile birlikte olmayı emrettiği gibi, salih kullara da onların beraberliği ile şeref ve kuvvet bulacak olan ihlâslı kullarla birlikte olup onları manen desteklemelerini emretmiştir.

Allah (Celle Celâlühü) Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e şöyle emretmiştir:

(Rasûlüm!) sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını arzuladıkları halde dua etmekte bulunan kimselerle birlikte kendini sabit kıl, onlardan gözünü çekme!” (Kehf, 28).

İmam Tirmizî’nin Şemâil’inde Câbir ibn Abdillah el-Ensârî (Radıyallâhu Anh)’dan nakledilen bir hadis-i şerîf de bunu desteklemektedir. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“Nebîler bana arz olundu. (Yani isrâ gecesi onlar beden suretleriyle oldukları gibi göründü). Bir de gördüm ki sanki Musâ (Aleyhisselâm) Şenûe’[10] ricâlinden birine benzer şekildeydi.”[11]

Aliyyül Kari (Rahimehullâh) Şemâil şerhinde şöyle der: Bu hadisten anlaşılan, büyüklerin sûretlerini onları görmeyenlere tasvir edilmesinin gerekli olduğudur. Zira onların sûretlerinin göz önüne getirilmesinde/zihinde canlandırılmasında onlarla karşılaşmakta olduğu gibi bereket vardır. Bu hususta yine Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in dış görünüşünü bilmeye teşvik vardır.[12]

Bahaeddin Efendi der ki: Dolayısıyla rûhânî sohbet ve mânevî öğrenim Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in şerefli sûretini zabdetme hadisine göre şiddetle lazımdır. Hatta namazda bile. Nitekim İmam Gazzâlî (Rahimehullâh) İhya’nın ‘namazın gereklerinden her bir şart ve rükünde kalpte bulunması gereken şeyler’i açıkladığı bölümde: “Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i ve onun yüce şahsını kalbine getir. Ve “Ey Nebî! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun” de” demiştir.[13]

İşte açıklanan bu acayip sırlar ve yayılmış garip hikmetler sebebiyle, meşâyihin çoğu mürebbî bir mürşidin meclisinde tâlipleri sülûk ettirmeyi ve onların orada hazır olmalarını tercih etmiştir. Bunun sebebi, tâliplerin feyz almalarını kolaylaştırmak ve Allah Teâlâ’nın izniyle terakkîlerini hızlandırmaktır. İşte bu rûhânî feyz almanın tüm vakitlerde ve zamanlarda tam bir dikkatle devam etmesi için mürşidler bunu tercih etmişlerdir.

Her zaman ve her halde rûhânî feyz alma gerekli olsa da zâhirî feyz alma ile rûhânî feyz almanın birlikte olması daha faydalıdır. Zâhirî istifâzadan zâhir ilmi ve bâtın ilminin lafızları ve işârî sırları ortaya çıkar. Fakat daha önce de değindiğimiz gibi zâhirî istifâza her zaman mümkün değildir. Rûhânî feyz alma ise bâtın ilmi, onun işârî sırları ve hakîkatinin elde edilmesi noktasında devamlıdır. Rasûlullah (s.a.v.) [s. 30] onun hakîkatini beyân husûsunda şöyle demiştir: “Bâtın ilmi, Allah’ın sırlarından bir sır ve Allah’ın hükmünden bir hükümdür. Onu kullarından dilediğinin kalbine atar.”[14]

Zikir yaparken her şeyimizle ona yönelmek için öz zatını dü­şünmeye güç yetiremeyeceğimizi söylüyor Allah (Celle Celâluhû), hadise göre, yaratıkları düşün­mek emredildi tavsiye edildi. Peki mahlukattan hangilerini düşüneceğiz hayvanlarımı düşüneceğiz yoksa diğerlerini mi hangisini düşüneceğiz. Buna da açıklık getiriyor Allah (Celle Celâluhû) kimi düşüneceğimizi aşağıdaki hadislerde belirtiyor tavsiye ediyor.

Abdullah ibn Büsr (Radıyallahu anh)’dan rivâyet edilen bir hadis-i şe­rifte Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

“Bana iman edip de beni görene müjde olsun! Beni göreni görene de müjde olsun! Beni göreni göreni görene de müjde olsun”[15]

Bu hadisten de anlaşılacağı üzere; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i görmek büyük bir ni­mettir. Çünkü nübüvvet nuru insanın üzerinde şimşek gibi çakar ve ölün­ceye kadar üzerinde bulunur. Bu bereketli insan günahlara düşse de dönüp dolaşıp tövbe eder ve ona layık ümmet olmaya gayret eder.

Münâvî bu hadisin şerhinde Hakîm Tirmizî’den şu nakli yapar:

“Kendilerine bakıldığında sana Allah’ı hatırlatan kimseler öyle kim­selerdir ki onların üzerinde Allah (Celle Celâlühü)’nün zâhir bir nişan ve alameti var­dır. Allah (Celle Celâlühü) onları celal nuru, kibriya heybeti ve vakar unsü ile yüce kılmıştır. Onların üzerinde melekût aleminin alametleri görüldüğü için bir kimse onlara baktığında Allah (Celle Celâluhû)’nü hatırlar. Bunlar velilerin sıfa­tıdır. Kalp bu şeylerin madeni ve yerleştiği yerdir. Yüz, kalbin aynasıdır.

“Kişi, Sevdiğiyle Beraberdir”

Kalpte Allah (Celle Celâluhû)’nün marifet nuru ve ilahî emirlere itaat nuru hâkim olunca bu nur yüze etki eder, dışa yansır ve sen böyle bir yüze bakınca sana hayır ve takvayı hatırlatır. Bu da sende iyi hal ve ilme meyli artırır. Bunlar ise sıdk ve hakka sevk eder. Böylece sende istikamet oluşur. Kâmil insanın yüzünde parlayan Allah’ın celal ve cemalinin azametini hatırlatır. Böyle bir nuru görmek insanı nakıs işlerden alıkoyar.[16] Bu beraberliğe işaret eden hadis-i şerifler de vardır. Nitekim Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), şöyle buyurmuştur:

Kişi, sevdiğiyle beraberdir.[17]

Bir kimse, gönül verdiği, sevdiği kimse veya kimselerle beraber ise, sevdiği kişiden dolayı vaziyeti şu hadis-i şerifteki gibi bir hal alacaktır:

Kişi, dostunun dîni üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık yaptığına dikkat etsin.”[18]

Neticede daha açık ifadelerle şu hadis-i şerifin hakikati, üzerine yansıyacaktır:

“İyi arkadaş ile kötü arkadaşın misali, misk sahibi ile körük üfüren demirci gibidir. Misk sahibinden sana şu ikisinden biri yok olmaz: Ya sen ondan bir mikdâr satın alırsın, yâhud onun güzel kokusunu hisseder koklarsın, körük üfüren demirci ise ya bedenini yâhud elbiseni yakar, yâhud da ondan pis bir koku hissedersin.”[19]

Münâvî (Rahimehullâh), bu hususa dair şu açıklamaları dile getirmiştir: “Sûretlere bakmak, insan nefsinde, bakılanın tohumunu eker. Sevinçli kimsenin sevinci, üzüntülü kimsenin üzüntüsü bakana sirâyet eder. Hayaldeki sûretin sahibinden sevinç veya üzüntü, hayal Kur’ân kimseye bulaşır. Bu, sadece insana mahsus bir meziyet olmayıp, hayvan ve bitkilerin sûretlerinde bu durum daha fazlasıyla vardır.”[20]

Devam edecek…


[1] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/20.

[2] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 55; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.1, s. 38.

[3] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/21.

[4] Beyzâvi, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, c. 5, s. 311. (thk.: Muhammed Abdurrahmân el-Meraşlî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 1418).

[5] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/22.

[6] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/23.

[7] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 3, s. 532.

[8] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 11, s. 56.

[9] Ebû Ya’lâ, el-Müsned, c. 12, s. 49, no: 2437; el-Harâitî, Mekârimü’l-Ahlak, s. 241, no: 735; İbn Ebî’d-Dünya, el-Evliyâ, s. 17, no: 25.

[10] ‘Şenû’e’ ‘fe’ûle’ vezninde olup Yemen tarafından tanınmış bir kabîlenin ismidir. Onlar zayıfla şişman arasında orta bir kabîledir

[11] Müslim, İman, no: 271-(167); Tirmizî, Menâkıb, no: 3649; İbn Hibban, es-Sahih, c. 14, s. 123, no: 6232.

[12] Aliyyü’l-Kârî, Cem’u’l-Vesâil fi Şerhi’ş-Şemail, c. 1, s. 49-50, (Mısır: el-Matbaatü’ş-şerefiyye).

[13] Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddîn, c. 1, s. 505.

[14] Deylemî, el-Firdevs, c. 3, s. 42, no: 4104; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 10, s. 159, no: 28820.

[15] Hâkim, el-Müstedrek, c. 4, s. 96, no: 6994; Taberânî, el-Mu’cemü’s-Sağir, c. 2, s. 104, no: 858.

[16] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, c. 3, s. 467-468, no: 3995. (Mektebetü’t-Ticaretiyyeti’l-Kübra, Mısır, 1356, 1. baskı), Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, vr/23.

[17] Buhârî, Edeb, no: 6168; Müslim, Birr, no: 2640.

[18] Tirmizî, Taharet, no: 2378; Ebû Dâvud, Edep, no: 4833; Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, c. 14, s. 142, no: 8417.

[19] Buhârî, Büyû’, no: 2101; Müslim, Birr, no: 2628.

[20] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, c. 5, s. 507.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu