Kâmil Bir Mürşide İntisap
Kâmil bir mürşide intisap etmek gereklidir. Zira insan kendiliğinden yetişmez.
Kuşeyrî (Rahimehullâh) bu hususu şöyle dile getirir:
“Mürid, terbiyesini kâmil bir şeyhten almalı, ondan öğrenmelidir. Şeyhi olmayan mürid kurtuluşa eremez. Bu sebeple Bayezid-i Bistâmî, “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” demiştir.
Şeyhim Ebû Ali ed-Dekkâk (Kuddise Sırruhû) şöyle demiştir:
Kendi kendine biten ağaç yeterince büyüyüp yaprakları çoğalsa bile meyve vermez. Bunun gibi, müridin de terbiye ve feyiz alacağı bir şeyhi yoksa nefsinin arzularına uyar ve kurtuluşa eremez.”[1]
Muhammed el-Hânî (Rahimehullâh) mürşidin terbiyesine girmenin gerekli olduğunu şöyle ifade eder: Her şeyin bir sebebe bağlı olmasının gerekliliği, Allah Teâlâ’nın değişmez kanunudur. Zira O, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Zâhirî doğum ve çoğalma, anne ve babasız mümkün olmayacağı gibi, manevi doğum denilen marifet de kâmil mürşidin terbiyesine girmeden, kendiliğinden gerçekleşmez.[2]
Tasavvuf, Nefsi Terbiye Etmektir
Tasavvuf, kâmil bir mürşid nezaretinde nefsi terbiye etmektir. Buna, ‘tezkiye’, yani ‘manevi temizlik’ denir. Bunun birinci adımı, intisaptır. İntisap, kâmil insanla Allah yolunda sözleşmek ve onun terbiyesine girmektir. Bu sözleşme, iki kalbi birbirine bağlar; o, mürşidle mürid arasında kurulan ilk râbıtadır. Onun temeli, iman ve Allah sevgisidir. Hedefi, seveni sevdiğine bağlamaktır. Sonuç, âşığın nuru ve nazari ile pişmek, safileşmek, aynileşmek ve ona benzemektir.
Kâmil mürşidin görevi hasta kalpleri Allah’ın izniyle tedavi etmektir. Bu iş önemli olduğu kadar hassastır da. Mürşid, kendisine inanmayan ve teslim olmayan kimseye sanatını icra edemez ve bir fayda veremez. Tasavvuf ehline göre mürşidin faydası temelde üç şeye bağlanmış olup bunlar muhabbet, ihlâs ve teslimiyettir.
Yolun Başında Olan Sâlik
Allah yolunda sülûk eden bir sâlik, daha işin başında Rabb’ini tanıyacak güce sahip değildir ki kendisiyle Allah arasında vasıta olan mürşidi aradan kaldırıp atabilsin. Çünkü Rabb’ini tanımayan bir kimse, O’nu kalbiyle müşahede edemez. Bu durumda Rabb’ini sonradan yaratılmış bir mahlûk olarak düşünmeye kalkar ve neticede küfre düşer.
O halde müridin, şeyhini müşahede edip onun sûretini tasavvur etmesi gerekir. Mürid, yardım dilediği şeyhinin sûretini tasavvur edip ona tazim etmekle Allah’ın yardımına nail olur. Müridin kalbi ilâhî bir fetihle açılıncaya kadar râbıtasına devam etmelidir.
Biz, müridin aradan vasıtayı kaldırıp Rabb’i ile olmasına karşı değiliz. Müridin, doğrudan Rabb’inin huzurunda olması en mükemmel olanıdır. Fakat yakînen ve tecrübeyle biliyoruz ki mürid henüz işin başında buna güç yetiremez. Zira kalbe gelen bütün düşünceler ve tüm maksatların ne olduğunu ancak ârifler bilir, cahiller bilmez.
Fakat vuslattan sonra vasıtaya ihtiyaç kalmaz. Vasıta ve vesile olan şeyh aradan çıkar. [3]
İmam Şa’rânî’den Bir Nakil
İmam Şa’rânî (v. 973/1565) (Kuddise Sırruhû) şöyle der: Bütün tarikat ehli ârifler; insanın, kalben Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkmasına engel olan sıfatların giderilmesinde yardımcı olabilecek ve yol gösterecek bir kâmil mürşide bağlanmanın zaruri olduğunda ittifak etmişlerdir. Böyle bir mürşidi aramak ve bulmak, herkes için zaruri ve vaciptir. Zira namazın kemali de tamamı da bu huzura bağlıdır. Bu, vacibin tamamlamasına yardımcı olan şeylerin de vacip olması ile ilgili bir kaidedir. Bu kaide burada da geçerlidir. Namaz vacip olduğu gibi, namazı tamamlayan kalp huzuru da vaciptir.
Hiç şüphesiz, bâtınî hastalıkların tedavisi vaciptir. O halde kalbi dünya sevgisinden, kibirden, kendini beğenmekten, riyakârlıktan, insanlara kin beslemekten, kıskançlıktan, düşmanlık etmekten, nifaktan ve benzeri kötü huylardan temizlemek vaciptir. Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) vârid olan hadisler, bu gibi işlerin haram olduğuna şehadet eder ve yine bunların yapılması halinde, ağır bir azapla cezalandırılacağı tehdidinde bulunur.
Bundan da anlaşıldığı üzere, zikrettiğimiz kötü sıfatlardan kendisini kurtaracak, doğru yola iletecek bir mürşid aramayan kimseler, Allah ve Rasûlü’ne âsi olduklarını bilmelidirler. Çünkü bir mürşidin terbiyesine girmeden, bu kötü hasletlerden kurtulmak, bu hususta binlerce kitap ezberlese dahi gerçekten zordur. Böyle bir kimse, tıp ilmi hakkında bir kitap ezberleyen, ancak hangi ilacın hangi hastalık için ve ne zaman tatbik edileceğini bilmeyen kimse gibidir. Bu kimse, bu kitabı ders olarak okuturken, onu duyan ve işin hakikatini bilmeyen, “Bu adam ne büyük bir tabiptir”, der. Fakat kendisine bir hastalık hakkında soru sorulsa ve hastalığın giderilmesi istense, işte o zaman, “Bu cahil biridir, tabiplikten haberi yoktur”, diyecektir.
Kardeşim! Bu tavsiyeye kulak ver, nasihatimi tut ve kendine bir mürşid edin! Sûfîlerin yolu Kur’an ve Sünnet’e aykırıdır, demekten de sakın! Çünkü böyle bir söz küfürdür. Oysaki tasavvuf yolu, içi ve dışı ile Muhammedî bir ahlâktır.[4]
Ali el-Havvâs (Kuddise Sırruhû) da şöyle buyurmuştur:
“İlim talibi bir kimse, tarikat şeyhlerinden birinin sohbet meclisinden bulunmadıkça, kemale eremez.[5]
“Sâlikler Şeyhini Asıl Maksat Olarak Görmez”
İmam Gazzâlî (Rahimehullâh) şöyle demiştir: Sâlik için kötü ahlâkını giderecek iyi, övülmüş ahlâkı onun yerine yerleştirip onu terbiye edecek, yol gösterecek kâmil bir şeyh gereklidir. Böyle bir şeyhin isteği Allah’ın isteğinin aynısıdır. Nitekim Allah Teâlâ: “O’na (yaklaştıracak) vesile(ler) arayın” (Mâide, 35) buyurmuştur. Fakat sâlik, şeyhi asıl maksat olarak görmez. Zira şeyh, zahiren kendisine secde edilen Kâbe gibidir ama gerçekte secde Allah içindir. Fakat bu zorlama ile olmaz, aksine muhabbetle, özlemle ve ayrılık ateşiyle tutuşmayla olur. Kime ezelî ilâhî yardımla bu hâsıl olursa, o hemen şartlarıyla birlikte ve Ehli Sünnet itikâdı üzere nasûh tevbesi eder. Ruhsatlara yönelmez. Sonra kendisinden yani sâlikten zemmedilmiş, kötü ahlâkı çıkarması için kâmil bir şeyh talep eder. Bu şeyh onun kötü ahlâkını terbiye ederek iyi, övülmüş ahlâkı onun yerine yerleştirir. Terbiyenin manası ve hakikati şuna benzer. Çiftçi ve ziraatla uğraşanlar, zirâî bitkilere zarar veren dikenleri ve yabancı otları çıkarırlar. Zira onların ekinlerin arasında kalması, ekinin kuvvetini zayıflatır. Böylelikle mahsulü güzelleşmiş, en iyi şekilde kuvvetlenmiş olur.
[1] Kuşeyrî, er-Risâle, c. 2, s. 1065. (thk. Abdulhalim el-Atâ, Daru’n-Numan li’l-Ulûm)
[2] Muhammed ibn Abdullah el-Hânî, el-Behcetüsseniyye, s. 3.
[3] Muhammed ibn Abdullah el-Hânî, el-Behcetüsseniyye, s. 79.
[4] Şa’rânî, Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye, fî Beyani’l-Uhûdi’l-Muhammediyye, s. 9-10.
[5] Muhammed ibn Abdullah el-Hani, el-Behcetüsseniyye, s. 7.