Giriş
Kelam ilminde işlenen en çetrefilli ve zor konulardan birisi de ru’yetullah meselesidir.[1]
“Allah’ın görülmesi” veya “Allah’ı görmek” şeklinde tercüme edilen “ru’yetullah” terkibindeki “ru’yet” kelimesine kelam âlimlerinin verdiği mana ile günümüzde kullanılan “görmek” kelimesinde anlaşılan mananın aynı olmama ihtimaline binaen biz bu şekilde tercüme etmemeyi uygun gördük. Bu yazımızda zaruri olarak kullanacağımız “görmek” kelimesi de bu manada anlaşılmalıdır.
Oluşması ve gelişmesiyle kelam ilmi tarihte birçok evre geçirmiştir. En başta klasik tefrike göre “mütekaddim kelam” ve “müteahhir kelam” ayrımı meşhurdur. Buna bir de günümüzde “yeni ilm-i kelam” adıyla bir evre daha eklenmiştir.
Şüphesiz ki kelam ilmi bu evreleri geçirirken az da olsa içeriğinde bazı değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikler bazı konuların çıkartılıp eklenmesi şeklinde olacağı gibi konuların incelenme şekli ve oranının değişmesiyle de olabilir.
Mesela Gazalî’nin (rahimehullah) son halkasını temsil ettiği mütekaddim kelam döneminden sonra meşşâî felsefenin de etkisiyle vücûd-adem, vahdet-kesret ve vücub-imkan-istihale gibi umûr-ı âmme konularının kelam ilminin meseleleri arasına girmesi veya günümüzde tarihte konu edilen bazı meselelerin kelam ilminden çıkartılması gerektiğinin savunulması birinci kısma örnektir.
Sıfatlar meselesinin hicrî dördüncü asırda incelenmesiyle hicri dokuzuncu asırdaki incelenmesi arasındaki fark da ikinci kısma örnektir.
Bu çerçevede diyebiliriz ki; ru’yetullah meselesi doğuşundan beri kelam ilminin konularındandır. Ancak bu meseleye gösterilen ihtimam ve kitaplarda ona ayrılan yer, mütekaddim dönemde farklı, müteahhir dönemde farklıdır. En bariz olarak önceleri daha çok naklî açıdan incelenirken daha sonralarda aklî açıdan incelenmesi buna bir örnektir.
Sıfatların zata zaid olup olmaması meselesi gibi ru’yetullahın da günümüzde konu edilmesinin doğru olmadığı yeni ilm-i kelama göre savunulabilir. Konuyu daha fazla uzatmama adına bu meseleyi kelam tarihi araştırmalarına bırakıyoruz.
Ru’yetullahın imkânı meselesine giriş yapmadan önce iki meselenin incelenmesi gerekir; birincisi ru’yetullah meselesinin kelam ilmindeki konumunun ne olduğu, ikincisi ise mezheplerin bu konuda ne görüş beyan ettiğidir.
Ru’yetullah Meselesinin Kelam İlmindeki Konumu
Bilindiği üzere kelam ilminin, “ilâhiyyât, nübüvvât ve sem‘iyyât” olmak üzere üç ana başlığı vardır. Birinci kısımda Allah’ın zatı, sıfatları ve fiilleri, ikinci kısımda nübüvvetin imkânı ve vukuu, mucizelerin nübüvvete delalet edişi gibi meseleler, üçüncüsünde ise aklen mümkün olup naslara dayanarak vaki olacağına inanılması gereken meseleler incelenmektedir.
Bu taksimi “aklî” ve “sem‘î” olarak iki kısma indirip, ilâhiyyât ve nübüvvâtı aklî kısmına; sem‘iyyâtı ise sem‘î kısmına dahil edebiliriz.
Buna göre ru’yetullah meselesi aklî midir naklî midir?
İlk bakışta ru’yetullah meselesinin kısmen her iki kısma da dahil olduğu görülür. Zira birtakım delillere dayanarak ru’yetullahın imkanını ispatlamak aklî bir mesele iken, ayet ve hadislere dayanarak ahirette müminler için vaki olacağına inanmak ise sem‘î bir meseledir.
Nitekim İmam Gazâlî (rahimehullah) nazarî bilgileri, sadece akılla bilinenler, sadece şeriatla bilinenler ve her ikisi ile de bilinenler olmak üzere üçe ayırdıktan sonra ru’yetullah meselesini üçüncü kısımda saymaktadır.[2]
İmam Gazâlî (rahimehullah) burada üçüncü kısma ru’yetullah meselesini misal verirken “ru’yet meselesi gibi” diyerek mutlak bir ifade kullanmış, Bâkillânî (rahimehullah) ise aynı taksimi yaptıktan sonra söz konusu kısma misal verirken “ru’yetullahın mümkün olduğunu bilmek gibi”[3] diyerek daha açık bir ifade kullanmıştır.
Burada vurgu yapılmak istenen nokta şudur: Ru’yetullahın aklen mümkün olup olmaması aklî bir mesele olarak tartışılabilir, fakat nasslar ru’yetin vaki olduğunu ifade etmenin zımnında zorunlu olarak mümkün olduğunu da söylemiş olur. Dolayısıyla burada ru’yetin mümkün olduğunu naslardan öğrenmiş oluruz ki bu da mezkûr taksimde üçüncü kısma dahildir.
Yalnız burada bir müsamaha olduğu açıktır. Zira ru’yetullah meselesinin söz konusu kısımlardan hangisine dahil olduğu tartışıldığında biz “ru’yetullah” derken onun imkanından bahsediyorsak bu aklî bir mesele olup birinci kısma dahil olacaktır. Eğer onun vaki olup olmayacağından bahsediyorsak o zaman ikinci kısma dahil olacaktır.
Nasların ru’yetin vaki olacağını ifade etmesinin zımnında bulunan imkandan yola çıkarak bu meseleyi üçüncü kısma dahil etmek -vallâhu a‘lem- doğru olmayacaktır. Zira nasların bu olayın vaki olacağını ifade etmesi için de aklın önceden bu olaya “mümkün” hükmünü vermesi, en azından -İmam Gazâlî’nin aynı yerde tembih ettiği üzere- “muhal” hükmünü vermemesi gerekir.
Burada asıl mesele “ru’yet”e verilen manadır. Bu mananın ne olduğunu inceleyeceğimiz ileriki bir bölümde bu mesele daha da vuzuha kavuşacaktır.
Hasıl-ı kelam, ru’yetullahın imkânı meselesi aklî bir meseledir. Bu yüzden kelam kitaplarında bu konu genellikle ilâhiyyat bölümlerinde zikredilmiştir. Bu imkan ispatlandıktan sonra sem‘î olan vukuu meselesi incelenir ki nasslarda bu açıkça ifade edilmiştir.
Nasslarda vaki olacağının ifade edilmesinin, ru’yetullahın aklen mümkün olduğuna karar verme konusunda bir tesiri olup olmadığı ise bambaşka bir meseledir. Biz bu yazımızda sadece ru’yetin aklî olan kısmını yani imkanını incelemekle yetinip konuya dair nasların tahliline girmeyeceğiz.
Ru’yetullah Meselesinde Mezheplerin Görüşleri
En temelde bu konuda “ru’yetullahı kabul edenler ve inkâr edenler” olmak üzere iki görüş vardır.
İnkâr edenler -meşhur olduğu üzere- Mutezile, filozoflar ve onlardan etkilenen Şia ve Zeydîlerdir. Onlara göre ru’yetullah aklen mümkün değildir ve bu konuda gelen nasların tevil edilmesi gerekmektedir.
Kabul edenler ise Ehl-i Sünnet (Eş‘arî ve Mâtürîdîler), Kerrâmiyye ve Mücessimedir. Ancak Ehl-i Sünnetin ru’yetullahı kabul etmesiyle diğer fırkaların kabul etmesi arasında büyük fark vardır.
Zira Ehl-i Sünnet, Allah’ın mekândan, cihetten ve cisim olmaktan münezzeh olduğunu söylemekle beraber ru’yetullahı savunurken, diğer fırkalar ise Allah’ın bunlardan münezzeh olmadığını, dolayısıyla belli bir cihet ve mesafeyle görüleceğini savunarak farklı bir arızaya düşmüşlerdir.
Nitekim sıkı bir İbn Teymiye takipçisi olan İbn Ebi’l-İzz: “Mukabele (karşılık) olmadan görmek makul müdür? Kim Allah cihet olmadan görülecektir derse aklına müracaat etsin!” diyerek Allah’ın bir cihette görüleceğini açıkça söylemiştir.[4] Bu yüzden Fahreddîn er-Râzî (rahimehullah) ve başkaları, ru’yetullahı kabul eden fırkanın sadece Ehl-i Sünnet olduğunu ifade etmiştir. [5]
Özetle Ehl-i Sünnet, Allah’ın mekândan ve cisim olmaktan münezzeh olduğu konusunda Mutezile ile ittifak ederken, ru’yetin mümkün olduğu ve vaki olacağı konusunda ise -tasvirler farklı olmakla birlikte- Kerrâmiyye ile ittifak etmektedir. Dolayısıyla Allah’ın mekândan münezzeh olduğu halde görüleceğini savunan tek fırka Ehl-i Sünnettir.
Burada şuna da değinmekte fayda vardır; ru’yetullahın ahirette vaki olacağına dair ittifak oluştuktan sonra kimi alimler bunu mübhem bırakırken kimisi ise “gözlerle” veya “baş gözleriyle” diyerek tasrih etmişlerdir.
Zira Allah Teala, ru’yet ile hasıl olan inkişâfı, gözde yaratmaya kâdir olduğu gibi diğer organlarda da yaratmaya kâdirdir. Fakat naslarda geçen ru’yet ve nazar kelimelerinin zahirine en yakın olan göz organı ile olmasıdır. Bunun da ne aklî ne de naklî açıdan bir problemi olmadığına göre nasları buna hamletmekte bir sorun olmayacaktır.
Nitekim İmam Azam (rahimehullah): “Müminler Allah’ı cennette baş gözleri ile göreceklerdir”[6] buyurmuştur. Yine İmam Mâtürîdî’nin talebesi Ebu’l-Hasen er-Rüstuğfenî (rahimehullah) da: “Bizim mezhebimize göre biz Allah’ı cennette gözlerimizle göreceğiz”[7] demiştir. Keza İmam Eşarî (rahimehullah): “Müminler Allah’ı kıyamet günü yüzlerindeki gözleriyle görecekler”[8] der.
Devam edecek…
[1] Bkz. İbn Bezîze, el-İs‘âd, Thk. İmâd es-Süheylî, Dâru’z-Ziyâ, Baskı: 1, 2014, s. 380.
[2] Bkz. Gazâlî, el-İktisâd, Thk. Enes Muhammed Adnan eş-Şerfâvî, Dâru’l-Minhâc, s. 271.
[3] Bkz. Bâkillânî, et-Takrîb ve’l-İrşâd, Thk. Abdülhamid b. Ali, Müessesetü’r-Risale, Baskı: 2, 1998, I/228.
[4] Bkz. İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, Thk. Ebu Abdillah Mustafa b. el-Adevî, Dâr-ı İbn Receb, Baskı: 1, 2002, s. 159.
[5] Bkz. er-Râzî, el-Erbaîn, Thk. Ahmed Hicâzî es-Sekâ, Mektebetü’l-Külliyyati’l-Ezheriyye, Baskı: 1, Kahire, 1986, I/266.
[6] Bkz. el-Beyâzî, a.g.e, s. 381.
[7] Bkz. el-Keşşî, Muhtasaru Fevâidi’r-Rüstuğfenî, Thk. Abdülmelik, Hâşimî Yayınevi, Baskı: 1, 2021, İstanbul, s. 153.
[8] Bkz. el-Eşarî, Risâle ilâ Ehli’s-Sağr, Thk. Abdullah Şakir, Baskı: 2, 1427, s. 246.