MakalelerTasavvuf

Sûfî Gözüyle Hikmet 4/4

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى آله وصحبه ومن تبعهم بإحسان من المشايخ والعلماء الربانيين أجمعين؛ الذين هذَّبوا أنفُسَهم بالرياضات، وصمَتوا لله وتفكَّروا في الله وذكَروا الله كثيرا، وفكَّروا في الآخرة، وصدَقوا بالله، ووقَّروا ما عظَّمه الله

Bu yazı, bir önceki yazının (Sûfi Gözüyle Hikmet -3-) devamı niteliğinde olup, “hikmet”i elde etmeyi sağlayan diğer âmilleri konu edinmeye devam etmektedir. Bir öncekini okumak için tıklayınız.

İbrahim el-Havvâs (rahimehullâh): “Allah, üç şeyden hoşlanır, üç şeyden de hoşlanmaz. Hoşlandığı şeyler; az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Hoşlanmadığı şeyler ise; çok konuşmak, çok yemek ve çok uyumaktır” demiştir[1].

Çok yemek, çok uyumak ve çok konuşmak, bedene ağırlık verir, kalbi katılaştırır, zekâyı geriletir, aklın gücünü zayıflatır. Bedene gelen ağırlık, kişiyi amelde gevşekliğe sürükler, varsa eğer kendi ilminden mahrum bırakır ve mumun, ışık veremediği dibindeki karanlıkta kalır. Kalp katılığı, Allah korkusunu giderir, hiçbir şeyden hüzün duymaz hale getirir. Allah’tan korkmayan biri zühde yönelemez. Zekâsı noksan olan kişi, boş ve cahilce konuşur. Az ve öz konuşma kabiliyetini yitirir. Akıl gücü zayıflamış biri de, kavrama ve ayırt etme yetisini kaybeder. Yapacağı veya yapması gereken işlerde/amellerde, kendisine fayda veya zarar verecek olanları ayırt edemez.

Mide, şehvetlerin membaı, hastalık ve dertlerin kaynağıdır. Zira mide, ardından (helal yoldan evlenmek sûretiyle) kadınlara karşı cinsel arzu ve isteği getirir. Yemek ve nikâh, mal ve şan-şöhret arzusunu artırır. Bu ikisi, yeme içme ve evlenme hususunda daha da bir geniş alan açmaya sebep olur[2]. Bu şekilde zincirleme olarak, nefsin istek ve arzuları daha da artar ve nefis, insanı bütünüyle kaplar.

Karın tokluğu, nefsin şehevî duygularına, yani nefsin istek ve arzularına kuvvet verir. Nefsin istek ve arzuları da, şeytanın silahlarındandır[3]. Nefis güçlendikçe, ruh zayıflar ve şeytan silahlarıyla kalbi istilâ eder. Allah’tan gayrısı ile dolu böyle bir kalbe de hikmet verilmez.

Çok konuşmak, hoş karşılanmayan işlerden olup kişinin değerini düşüren bir hevestir. Çok konuşanın hatası da o oranda çok olur. Çok konuşmak, iftira, dedikodu, gıybet, yalan, riya ve benzeri dilden kaynaklanan âfetlere düşürür ve kişinin kalbi katılaşır. Az konuşmak ise, aklı artırır. Zira kalp ne kadar boş ve temiz olursa, akıl da o kadar saf ve temiz olur. Çok konuşmak ise, kalbi meşgul ettiğinden, bu meşgale akılda karışıklık ve bulanıklık yapar. Ne ağzı temiz ne de kalbi temiz bir kimseden tertemiz hikmet pınarlarının akması hiç de düşünülecek bir şey değildir.

Çok uyku, ömrü azaltır ve zayi eder, bereketsizleştirir. Halbuki ömür, kul için, en pahalı mücevher ve ahiret sermayesidir. Çok uyumak, insana dünyada keder, ahirette ise pişmanlık getirir. Hem kalbi katılaştırıp öldürür, hem de bedende donukluk, cansızlık, uyuşukluk, sersemlik yapar. Geceleri heba eder. Ne teheccüd bırakır ne zikir.

Netice olarak, çok yemek, çok uyumak ve çok konuşmak, en başta zühde engeldir. Kalp katılığı yaptığı için, hüzne mâni, Allah korkusuna settir. Bedene ağırlık verdiği için, amel etmeyi zorlaştırır. Ayrıca sünnete de aykırıdır.

Hâtem el-Esamm (rahimehullâh)’a: “Hikmeti nasıl elde ettin?” diye sorulduğunda: “Az yemek, az uyumak ve az konuşmakla. Bir de Allah Teâlâ’nın bana rızık olarak verdiği hiçbir şeyi elimde tutmadım[4] demiştir. Yine başka bir zaman, kendisine hikmet ihsan edilmesinin sebeplerinden bazılarını: “Midenin boş kalması, cömertlik ve (uykudan feragat ederek) gece namazına devamlılık” diyerek sıralamıştır[5].

Denilmiştir ki: Lokmân-ı Hakîm oğluna şöyle demiştir: “Evladım! Mide dolduğu zaman, tefekkür uykuya geçer, hikmetin dili tutulur, bedenin âzâları da ibadeti bırakır[6].

Yine denilmiştir ki: “Hikmet, geceleyin iner. (Girecek bir kalp aramak için) Dolaşır ve yalnızca Allah azze ve celle için aç kalan kimsenin kalbine girer[7].

Muzaffer el-Kırmîsînî (rahimehullâh): “Açlık, kanaatle desteklendiği zaman, tefekkürün tarlası, hikmetin pınarı, basiretin hayatı, kalbin ışığı olur[8] demiştir. Yahya b. Muaz er-Râzî (rahimehullâh) ise: “Zâhidlerin açlığı, hikmettir[9] demiştir.

Denilmiştir ki: “Devamlı açlık, hikmet getirir[10]. Şiblî (rahimehullâh), bu sözü doğrular nitelikte: “Ne zaman Allah azze ve celle için aç kaldıysam, mutlaka kalbimde daha önce hiç görmediğim hikmet ve ibreti görmüşümdür[11]. Demiştir.

  • Suskunluk, Tefekkür ve Zikir

Suskunluk, insanı dilin âfetlerinden korur. Dolayısıyla suskunluk, insanı, bela ve tehlikelerden koruyan bir güvenliktir. İnsanı, dışa karşı korumakla beraber, içe dönük de kalbi toplama, vakuru sağlama, tefekkür, zikir ve ibadetle meşgul etme gibi faydaları vardır. Ayrıca insanın ağzından çıkacak sözlerin âhiretteki hesabını hafifletir. Nitekim Rasûlüllâh (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Susan, kurtulur” buyurmuştur[12]. İmam Gazali (rahimehullâh), dilin âfetlerini yirmi başlık altında toplamış ve susmanın, insanı hangi belalardan kurtaracağını çok güzel bir şekilde anlatmıştır[13].

Vüheyb b. Verd (rahimehullâh), şöyle anlatmıştır: Hikmet ehli birinin; “Hikmetin, on parçası vardır ve bunlardan dokuzu susmakta, onuncusu ise uzlete çekilmektedir” dediğini duymuştum. Ben de kendimden susmasını istedim, fakat istediğim şekilde bunu başaramadım. Bu sefer, uzlete yöneldim ve diğer dokuz parçayı da elde ettim[14].

Ebû Bekir el-Verrâk (rahimehullâh), hikmetin ilk alâmetlerinin: “Devamlı susmak ve ihtiyaç kadarınca konuşmak” olduğunu belirtmiştir[15]. Tabi ki burada suskunluk ile kastedilen, yalnızca susmak değil, susmakla beraber tefekkür etmektir. Yani dilin suskunluğu ile oluşan boşluğu, kalbin tefekkürü ile doldurmaktır. Nitekim Hasan-ı Basrî (rahimehullâh): “Sözü hikmet olmayanın konuşması boştur, suskunluğu tefekkür olmayanın susması gaflettir” demiştir[16].

Mimşâz ed-Dîneverî (rahimehullâh), demiştir ki: “Hikmet ehli, hikmeti suskunluk ve tefekkür ile elde etmişlerdir. Allah Teâlâ, onların dillerini Kendisi ve onlar arasında hiç kimse bulunmadan konuşturmuştur. Zâhir ulemâ, zâhir ilmi, talep ederek elde etmişlerdir. İşitip öğrendiklerine, başkaları aracılığı ile ulaşmışlardır. Bâtın ulemâsı ise, bâtın ilmine, Allah azze ve celle’den gelen bir fayda ile nâil olmuşlar ve bu faydayı O’ndan gayrısında bulamamışlardır[17].

Ebû Saîd el-Harrâz (rahimehullâh) ise: “Akıl sahipleri, devamlı zikirle tefekküre, tefekkürle de zikre alıştırma yaparak neticede kalpleri uyanmış ve artık hikmetle konuşur olmuşlardır[18] demiştir.

  • Âhiret Hakkında Tefekkür Etmek/Düşünmek:

Genel anlamıyla tefekkür, özel anlamıyla da âhiret hakkında düşünmek, kalpleri diriltir. Dünya hakkında tefekkür ise, kalbi öldürür[19].

Ebû Süleyman ed-Dârânî (rahimehullâh), demiştir ki: “Dünya hakkında tefekkür, âhirete perde, veli kullara cezâdır. Âhiret hakkında tefekkür ise, hikmeti elde ettirir ve kalbi diriltir[20].

Kıssa

Yusuf b. Esbât (rahimehullâh) anlatmıştır: Süfyan es-Sevrî ile mescitte beraberken bana: “Yusuf! İbriği bana verir misin abdest alayım” dedi. Ben de verdim. İbriği sağ eliyle tuttu, sol elini de yanağına koydu. Ben uyumuşum ve kalktığımda sabah namazı vakti girmişti. Süfyan es-Sevrî’ye baktım, elinde ibrik aynı şekilde duruyordu. Kendisine: “Ey Ebû Abdullah! Sabah namazı vakti girdi” dedim. Bunun üzerine o: “İbriği bana verdiğinden beri, hâlâ ahiret hakkında düşünüyordum” dedi[21].

  • Sıdk (Samimiyet, dürüstlük, içtenlik):

Fudayl b. İyâz (rahimehullâh), şöyle demiştir: “Kim, Allah’a karşı vazifelerini samimi ve içtenlikle (sıdk ile) yerine getirirse, Allah ona hikmet verir[22].

  • Allah’ın Değer Verdiği Şeylere Hürmet Göstermek:

Anlatıldığına göre; Mansûr b. Ammâr (rahimehullâh), yolda yürürken yerde bir kâğıt parçası görür. Kâğıdın üzerinde de “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılıdır. Mansûr b. Ammâr, derhal kâğıdı yerden alıp onu koyacak yüksekçe bir yer arar, fakat o esnada bir yer bulamaz ve kâğıdı yiyip yutar. O gece bir rüya görür. Rüyasında sanki bir kimse kendisine şöyle der: “O kâğıda gösterdiğin hürmetten dolayı, hikmet kapıları sana açıldı”. Mansûr b. Ammâr, o rüyadan sonra artık hikmetli konuşmaya başlar[23].

Hikmetin Elde Ettirdikleri

Zünnûn el-Mısrî (rahimehullâh): “Zühd, hikmet elde etmeyi sağlar” sözünün devamında: “Hikmet de olayların sonuçlarına dair isabetli bakış açısı kazandırır” demiştir[24]. İsabetli bakış açısı da, kişiyi aldanmaktan kurtarır[25].

Mansûr b. Ammâr (rahimehullâh) da şöyle der: “Hikmet, âriflerin kalplerinde tasdik diliyle, zâhidlerin kalplerinde tafdîl diliyle, âbidlerin kalplerinde tevfîk diliyle, müridlerin kalplerinde tefekkür diliyle, âlimlerin kalplerinde ise tezkîr diliyle konuşur[26].

Hikmet, âriflerin kalplerinde bulunan kandiller gibi, o kalbi aydınlatmaktadır. Bu kandilin diğer araç gereçlerine işaret etmek üzere Yahya b. Muâz er-Râzî (rahimehullâh): “Âriflerin kalpleri, hikmet kandilleridir. Bu kandillerin fitili zühd, camı yakîn, yağı muhabbet, ışığı da melekût âleminin nurudur[27] demiştir.

Hikmeti, Ehli Olmayana Söylemek

Vâsıtî (rahimehullâh)’a: “Hikmete ehil olmayan kimsenin alâmeti nedir?” diye sorulduğunda: “Kendisine verilen (sunulan) hikmete razı gelip, hikmeti isteme arzusu (azalmış veya) dinmiş cahil kimsedir” diye cevap vermiştir[28].

Ebû Muhammed el-Cüreyrî (rahimehullâh) anlatmıştır: Bir rüya görmüştüm. Rüyamda sanki biri bana şöyle demişti: “Allah katında her şeyin bir hakkı vardır. Allah katında en büyük haklardan biri de, hikmetin hakkıdır. Kim, hikmeti, ehli olmayana (ulaştırır, söyler veya) verirse, Allah, hikmetin hakkını o kimseden sorar. Allah, bir kimseden hikmetin hakkını sorarsa, o kimse bu hak davasını kaybeder.[29]

Bazen hikmet ehlinin sözlerini, söylenilen hikmetin manasını anlamayan veya konuşan kişinin kastettiği manaya idrak seviyesi yetmeyen kimseler dinler. Bunlar, bu sözü naklederken manasını bozarak veya değiştirerek naklederler. Bu şekilde, hikmet sahibinin meramına vâkıf olmayan, sözün manasını problemli gören, onun makamına ulaşmamış ve gidip de açıklamasını da sormayan bazı kimseler, o sözü söyleyen zata bir noksanlık atfederler. Nitekim esrarengiz bilgiler, yalnızca esrarengiz anlayışlar ile kavranabilir.

Hikmetli bir sözde de iki şekilde tahrif meydana gelebilir. Birincisi; Harflerin yanlış telaffuzu ile meydana gelir ki bu diğerine göre düzeltilmesi daha kolaydır. Diğeri ise; Mananın anlaşılmasındaki hatadır. Bu da şöyle meydana gelir: Hikmet ehli bir zât, o anki manevî hal ve durumuna göre bir söz söyler. Sözü dinleyen kimsede de o anda bu manevi hal bulunmadığı için, sözün manasını tahrif ederek yanlış anlar. Daha sonra bu sözü, kendi hal, makam ve coşkusuna göre ifade edip hata eder[30].

Not:

Hikmeti elde etmeyi sağlayan âmiller, bunlarla sınırlı olmayıp, İslam bir bütün olarak değerlendirildiğindei her bir parçanın bir diğeri veya başka diğerleri ile bağlantılı olduğunun düşünülmesi gerekir. Biz, burada sadece hadis-i şerifler içerisinden ve sûfî büyüklerinden bizzat ifade edilmiş olanları tespit etmeye çalıştık. Bununla beraber tespit edemediklerimizin de bulunduğu bilincinde olarak, eksiklik ve noksanlığımızın farkındayız. Kula yakışan acizliktir, Rabbe yakışan ise kemâlâttır, noksanlık ve acizlikten de münezzeh olmaktır. Ne güzel Rab ki, hiçbir noksanlığı ve acizliği yok, en mükemmel olan hep O’dur. O’na sonsuz hamdü senâlar olsun.


[1] Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 7/488, no: 5349; Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Ali b. Atiyye el-Hârisî, Kûtü’l-kulûb, tahkik: Âsım İbrahim Keyâlî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût/Lübnân, 2. Baskı, 1426/2005, 1/175, Mekhûl (rahimehullâh)’dan.

[2] Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed et-Tûsî, İhyâu ulûmi’d-dîn, Dâru’l-Ma’rife, Beyrût, 3/33.

[3] Gazâlî, a.e., 3/80.

[4] Sircânî, Kitabü’l-beyâz ve’s-sevâd, s. 8.

[5] Ebû Halef et-Taberî, Selvetü’l-ârifîn, s. 371.

[6] Sircânî, a.g.e, s. 149; Ebû Hayyân et-Tevhidî, Ali b. Muhammed b. Abbas, el-İmtâ’ ve’l-Müânese, nâşir: Mektebetü’l-Unsûriyye, Beyrut, 1. Baskı, 1424, s. 335, Lokmân-ı Hakîm’den; Ebû Nu’aym, Hilyetü’l-Evliyâ., 10/67, Yahya b. Muaz er-Râzî’den.

[7] Sircânî, a.e., s. 149.

[8] Ebû Nu’aym, a.g.e., 10/361; Kuşeyrî, Risâle., 1/127; Sircânî, a.e., s. 149.

[9] Harakûşî, Ebû Sa’d Abdülmelik b. Muhammed b. İbrahim en-Nîsâbûrî, Tehzîbü’l-esrâr, tahkik: Bessâm Muhammed Bârûd, el-Mecma’u’s-Sekâfî, Abudabî, 1999, s. 167.

[10] İbn Ebi’d-Dünyâ, el-Cû’, s. 126, no: 194.

[11] Harakûşî, a.g.e., s. 172.

[12] Tirmizi, Sıfatü’l-kıyâme, 50, no: 2501; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11/19, no: 6481.

[13] Gazalî, a.g.e., 3/112-162.

[14] Ebû Nu’aym, a.g.e., 8/142; Hattâbi, el-Uzle, s. 18; Beyhaki, ez-Zühdü’l-kebîr, s. 95, no: 126.

[15] Sircânî, a.g.e., s. 9.

[16] Harakûşî, a.g.e., s. 459.

[17] Sircânî, a.g.e., s. 8.

[18] Sircânî, a.e., s. 9; Ebû Nu’aym, a.g.e., 10/19 Hasan-ı Basrî’den.

[19] Muhâsibî, Âdâbü’n-nüfûs, tahkik: Abdükâdir Ahmet Atâ, Dâru’l-Cîl, Beyrût/Lübnân, s. 137.

[20] Ebû Halef et-Taberî, a.g.e., s. 109.

[21] Ebû Nu’aym, a.g.e, 7/53; Hatib Bağdâdî, Târihu Bağdâd, 10/225.

[22] Ebû Nu’aym, a.e, 8/99; Sircânî, a.g.e., s. 8; İbn Asâkir, Târîhu Dimeşk, 48/417.

[23] Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 4/215, no: 2416; Sircânî, a.g.e., s. 8.

[24] Kuşeyrî, a.g.e., 1/318; Sircânî, a.g.e., s. 8.

[25] Gazâlî, a.g.e., 4/425, İmam Şafiî’nin sözü olarak; İbn Hamdûn, Bahâüddin Ebu’l-Me’âlî, Muhammed b. Hasen b. Muhammed b. Ali el-Bağdâdî, et-Tezkiratü’l-Hamdûniyye, Dâru Sâdır, Beyrût, 1. Baskı, 1417, 3/316.

[26] Sülemî, a.g.e., s. 117; Ebû Nu’aym, a.g.e., 9/327; Sircânî, a.g.e., s. 8-9.

[27] Sircânî, a.e., s. 9.

[28] Sircânî, a.e., s. 9.

[29] Sülemî, a.g.e., s. 204; Ebû Nu’aym, a.g.e., 10/347-348.

[30] Serrâc, a.g.e., s. 475.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu