Râbıtanın Tarifi
Râbıta, lügatte bağlamak manasında olan rabt kökünden gelmekte olup iki şeyi birbirine bağlayan ip, alâka, mensûbiyet, nizam, tertip, münâsebet ve cümleleri birbirine bağlayan edat gibi manalara gelir.[1]
Râbıta kelimesinin kökünden türetilmiş ribât da sınırlarda düşmanı gözetlemek, nöbet tutmak anlamlarını ifade eder.[2]
Râgıb el-İsfahânî (v. 5./11. yüzyılın ilk çeyreği) (Rahimehullâh), “Ey iman edenler! Zorluklara sabırla katlanın ve birbirinizle sabırda yarışın ve her zaman hazır olun.” (Âl-i İmrân, 200) ayetinde geçen “râbitû” kelimesinin, iki anlamı olduğunu belirtir. Bunlardan biri Müslüman ordugâhlarında düşmana karşı nöbet, diğeri de namazdan sonra öteki namazı bekleyerek nefse karşı uyanıklıktır.[3]
Serî Sakatî (v. 251/865) (Kuddise Sırruhû) bu ayette geçen “râbitû” kelimesini “nefs-i levvâmenin hevâ ve arzularını gözetleyin” şeklinde açıklamıştır.[4]
Fahreddin er-Râzî (v. 606/1210) (Rahimehullâh) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir:
İnsan, her ne kadar sabır ile mükellef olsa da insanı bunların zıddını yapmaya sevk edecek olan kötü huylar da vardır. Bunlar şehvet, gazab ve ihtirasdır. İnsan, ömrü boyu bunlarla mücâdele edip, bunları zapt-ı rapt altına almakla meşgul olmadığı sürece, sabretmesi mümkün olmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, “rabıtû” “nöbet bekleyin” buyurmuştur.
Hak Teâlâ’nın “nöbet bekleyin” emri ile ilgili iki görüş vardır:
1- Bu, o kimselerin atlarını hudutlardaki nöbet yerlerine, karakollara bağlamalarından ibarettir.
2- Murâbata, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek manasına gelir. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir:
- Ebu Seleme (Radıyallâhu Anh), İbn Abdurrahman (Radıyallâhu Anh)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında, murâbata yapılan (hudut nöbeti beklenen ve kendisi için hususî atlar hazırlanan) bir savaş yoktu. Binâenaleyh bu âyet ancak, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı bekleme hakkında nazil olmuştur.”
- Ebu Hüreyre (Radıyallâhu Anh)’ın, namazdan sonra diğer namazı beklemeden bahsedip, sonra üç kere, “Dikkat edin, ribât işte budur!” dediği rivayet edilmiştir.
“Ribâtın kökü bağlamak manasına olan “rabt” etmekten gelir. Nitekim bir şeye sabreden kimseye, “Kalbini ona bağladı” denilir. Başkaları, bu kelimenin “devam ve sebat etme” demek olduğunu söylemişlerdir ki bu mana, bizim söylediğimiz sabretme ve kalbi bir şeye bağlama manası ile alakalıdır. Sonra bu sebat ve devam, cihâd için olabileceği gibi, namaz için de olabilir. Allah en iyi bilendir.[5]
Kalbe de beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve bünyesinde âlem-i halk ile âlem-i emri barındırması hasebiyle ribât denmiştir. Zira kalp nazargâh-ı ilâhidir ve mâsivânın girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yerdir.
“Râbıta”nın Tasavvuf Istılahına Göre Manası
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034/1624) (Kuddise Sırruhû), rabıtayı, Allah (Celle Celâlühü)’ne ulaşmanın en yakın sebebi görerek der ki: “Rabıta, müridin mürşidinden faydalanması için arada tam bir münâsebetin oluşmasını sağlar. Allah’a ulaşmada râbıta yolundan daha yakın bir yol yoktur Ne mutlu bu saadete kavuşmuş olana!”[6]
Tâcüddin ibn Zekeriya en-Nakşibendî[7] (v. 1050/1640) (Kuddise Sırruhû) râbıtayı müridin kalbini müşahede makamına vasıl olan ve zâtî sıfatlarla tahakkuk eden (sıfatları Hakk’ın sıfatlarında eriyen, Hakkı’n sıfatları kendisinde tecelli eden) kâmil şeyhin sûretini, hayalinde muhafaza etmek ve nefsin fani olup gaybet hali oluşana kadar kozalak şeklindeki kalbe yönelmesidir[8] şeklinde tarif etmiştir.
İbn Allan (v. 1057/1648) (Rahimehullâh), şeyhin yüzünü hatırında tutmak, onu görüyor gibi olmaktır der. Zira rabıta, şartlarını ve edeplerini bilen bir kimse için zikirden daha faydalıdır.[9]
Muhammed Masum (v. 1079/1668) (Kuddise Sırruhû)’na göre ise rabıta: “Bir müridin, hangi zamanda ve mekânda olursa olsun, mürşidine usulünce yöneldiğinde ruhaniyetiyle onu karşısında hazır bulmasına denir.”[10]
İbn Allan (Rahimehullâh) der ki: Rabıta ancak ârif, zatî tecellilerle müşerref olan kâmil bir şeyhe yapılır. Sahabe-i kiram da elde ettikleri kemâlâtı Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’i görüp sohbetinde bulunmakla elde etmişlerdir. Onlar efendimizi görmekle herhangi bir riyazet ve mücahedeye ihtiyaç duymamışlardır. O’nun mübarek simasından aldıkları feyizle, uzun müddet zikirle elde edeceklerinden daha çoğunu elde ediyorlardı. Bu sebeple Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi sahabe olmuştur.
Râbıta – Muhabbet
Ömer Ziyaeddin ed-Dağistâni (v. 1338/1920) (Kuddise Sırruhû) der ki: Rabıta müridin mürşidine karşı kâmil manada bir muhabbetin oluşmasıdır. Böyle bir muhabbet oluşursa zaruri olarak mürid (kalbi ile) mürşidine yönelir, onu düşünür ve kalbini onun kalbine raptedip bağlar. Onun bu hali, yani mürşidini hatırlama hali, “Kim bir şeyi çok severse onu o kadar çok hatırlar”[11] kavl-i gereğincedir.[12]
Mevlânâ Halid el-Bağdâdî (v. 1242/1826) (Kuddise Sırruhû)’nun tarifine göre râbıta, müridin, kâmil ve Allah (Celle Celâlühü)’nde fânî olan şeyhinin ruhaniyetinden medet istemesinden ibarettir.[13]
Sürekli olarak şeyhin sûretini düşünmek, edeb üzere olmayı, şeyhin gıyabında aynı huzurunda gibi ondan feyz alabilmeyi sağlar. Şeyhinin yanında hazır olduğunu düşünmesiyle manevi huzuru ve nuru tamamlanır. Yine bu râbıta sebebiyle mürid, bayağı ve önemsiz işlerden alıkonulur.[14]
Manevi Sohbet
Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi (v. 1257/1842), Râbita; müridin mürşidinin suretini hayal edip iki kaşı mukâbilinde, huzurunda tevazu ve yoklukla oturarak, kendini ona teslim ederek ve feyzine hazır olarak yapılır. Meşâyıh-ı kirâm, bu şekilde devamı halinde, feyiz ziyade olunca, râbıtayı müstakil erdirici bir yol kabul etmişlerdir. Şeyh Muhammed Masum hazretleri “Sohbet adabına riayet ederek yapılan râbıta, vüsûl için yeterlidir.” buyurmuşlardır. Çünkü râbıtaya devam edildikçe kendisine râbıta olunan mürşidin hali müridin kabiliyet ve istidadı kadar ona aksedip kendisine feyz bahşedilir. Râbıtanın başka bir sebebi de her hal ve zamanda mürşidiyle hissî bir sohbetle, emredilen manevî sohbeti yerine getirerek sohbet ihtiyacını karşılamaktır. Şu durumda râbıta, manevî sohbet demektir.[15]
Şeyhimiz Mahmud Efendi (Kuddise Sırruhû) rabıtayı, “Müridin kalbinin gözüyle (hayal yolu ile) mürşidine Mevlâ’nın aynası niyetiyle bakmasıdır” şeklinde tarif etmiştir.[16]
[1] İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, c. 3, s. 1560–1561; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 10, s. 262; Âsım Efendi, Kâmûsu’l-Muhit Tercümesi, c. 4, s. 3117.
[2] Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 10, s. 262.
[3] Râgıb el-İsfahânî, Müfredâtü Elfâzu’l-Kur’an, s. 271.
[4] Sühreverdi, Avârifu’l-Meârif, s. 137-138.
[5] Fahreddin er-Razi, Mefatîhül-Gayb, c. 9, s. 474.
[6] İmâm-ı Rabbânî, Mektübât, c. 1, 187. Mektup.
[7] Hindistan evliyâsının büyüklerinden, Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin en yüksek talebelerindendir. İsmi, Tâcüddîn ibn Zekeriyyâ ibn Sultân el-Abşemî el-Ümevî el-Osmânî el-Hindî en-Nakşibendî olup, Hanefî mezhebi âlimlerindendir. Tâcüddîn-i Nakşibendî ve Şeyh Tâc gibi isimlerle tanınır. Tâceddin ibn Zekeriyyâ, Hicaz bölgesine ve Yemen’e gönderdiği halifeleri vasıtasıyla Nakşibendiyye’nin Araplar arasında yayılmasını sağlamış, onunla birlikte Nakşibendiyye’nin Ahrâriyye kolundan Tâciyye ismiyle bir şube doğmuştur. Ayrıca Abdurrahman Câmî’nin Nefehâtü’l-Üns’ü ile Fahreddin Safî’nin Reşehât-ı Aynü’l-Hayât’ını Farsça’dan Arapça’ya çevirmiştir.
[8] Abdülganî en-Nablusî, Miftâu’l-Ma’iyye fî Tarîki’n-Nakşibendiyye, s. 91-94.
[9] Eşref Yılmaz, el-Füyûzâtü’l-İlâhiyye fi’r-Rabıtati’ş-Şerife, s. 16-17.
[10] Muhammed Masum, Mektübât, c. 1, 50. Mektup.
[11] İbn Ebî’d-Dünya, Zemmü’d-Dünya, s. 184, no: 464. Rabia el-Adeviyye’nin sözü olarak nakledilmiştir. Beyhaki, Şuabü’l-İman, c. 2, s. 49, no: 499. Malik b. Dinar’dan nakledilmiştir. Sehâvî, Mekâsıdü’l-Hasene’de (no: 1060) Ebu Nuaym ve Deylemî’nin Hz. Aişe (Radıyallâhu Anhâ)’dan merfu olarak rivayet ettiklerini nakletmiştir.
[12] Eşref Yılmaz, el-Füyûzâtü’l-İlâhiyye fi’r-Rabıtati’ş-Şerife, s. 17.
[13] Mevlâna Halid el-Bağdâdî, Râbıta Risalesi, s. 120. (Risale-i Halidiyye ile birlikte Basılı, Siraç Yayınevi, 2017).
[14] Mevlâna Halid el-Bağdâdî, Râbıta Risalesi, s. 120.
[15] Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi, Hasbihâlü’s-Sâlik fȋ Akvemi’l-Mesâlik, s. 58, (Mektebetü’l-Hanefiyye, İstanbul, 1444/2022).
[16] Mahmud Efendi Hazretleri, İrşâdü’l-Mürîdîn, s. 120.