HadisMakalelerSoru-Cevap

Bulaşıcı Hastalık Var mıdır?

“Bulaşıcılık yoktur” Hadîsi ile “Cüzzamdan, aslandan kaçtığın gibi kaç” Hadîsi Arasındaki Çelişkinin Çözümü

Bulaşıcı Hastalık Var mıdır? Bu Husustaki Rivayetler Nelerdir?

GİRİŞ

İnsanoğlunun, dünya hayatında pek çok karşı karşıya kaldığı durumlardan birisi de ilk bakışta birbirine zıt gözüken olaylar silsilesidir. Böyle bir durumda her insan, kendi genel kabullerine dayanarak ve aklını da rehber edinerek karşılaştığı bu olay silsilesini sonuçlandırma ve bir neticeye bağlama eylemindedir.

Ancak her Müslümanın yapması gereken, karşılaştığı bu gibi olaylarda hüsnü zan kavramını kullanarak araştırma yapmak ve olaylara menfi olarak değil, müspet olarak yaklaşmaktır. Kendince bir yorumlama durumu içerisine girmemeli, işin aslını araştırıp olayın hakikatine vakıf olmaya çalışmalıdır. Aksi takdirde bu gibi durumların, kişinin hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı için sıkıntılı sonuçlar ortaya koyması kaçınılmazdır.

Nitekim yanlış anlaşılmaya ve fevri yorumlanmaya müsait olaylar karşısında suizan dediğimiz kötü tahminde bulunmaktan çokça kaçınılması gerektiği ve bu durumun kişiyi günaha soktuğu Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça beyan edilmiştir.[1]

Aynı şekilde kişinin kendi aklı ile yorumlamaya gitmesinin hatalı bir iş olduğuna, Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem), yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i örnek vererek şöyle buyurmuştur: “Her kim kendi görüşüne/aklına dayanarak Kur’ân ile ilgili söz söylerse, o konuda velev ki isabet etse bile hata etmiştir. ”[2]

Bir başka rivâyette ise “bilgisi olmadığı halde Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir ederse…”[3] şeklinde buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hadîs-i şerifte kişinin velev ki doğru bir neticeye ulaşsa bile kendi aklı ile yorumlamasının hatalı bir iş olduğunu söylemiştir. Ayrıca burada sadece Kur’ân-ı örnek olarak vermiş olsa da bu sadece ona has bir şey olmayıp aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en büyük delil kabul edilen Hadîs-i şerifler içinde aynı şey söz konusudur.

Nasıl ki bir kimsenin, hiç tanımadığı birisi hakkında dışarıdan bir tahmin de bulunarak “şöyle, şöyledir” şeklinde kötü zan da bulunması yanlış ise aynı şekilde bir Müslümanın, şer‘î ilimlerin temelleri olarak nitelendirdiğimiz tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf ve akâid gibi ilimlerde de zâhirî bir okuma yaparak yorumda bulunması yanlıştır.

Bu yazımız da zâhiren bakıldığı vakitte aralarında bir tezat varmış gibi gözüken “Hastalıkta bulaşıcılık yoktur” hadîsiyle “Cüzzam hastalığından, aslandan kaçtığın gibi kaç” hadîsini inceleyeceğiz.

“Hastalıkta bulaşıcılık yoktur” Hadîsi

El-Kütübü’s-Sitte müellifleri (İmâm Nesâî hariç), 6 farklı sahabeden, birçok tarîk ve farklı farklı metinler arasında «لا عدوى» “Hastalıkta bulaşıcılık yoktur” rivâyetini getirmektedirler.

Buhârî, Sahîh, no: (5707, 5717)’de Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh), no: (5753)’de İbn Ömer’den (radıyallâhu anh) ve no: (5756)’da Enes b. Mâlik’ten (radıyallâhu anh) rivâyeti getirmektedir.

Müslim, Sahîh, no: (2220/101)’de Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh), no: (2222/109)’da Câbir b. Abdillâh’tan (radıyallâhu anh), no: (2224/112)’de Enes b. Mâlik’ten (radıyallâhu anh) ve no: (2225/116)’da Abdullâh b. Ömer’den (radıyallâhu anh) rivâyeti getirmektedir.

Tirmizî, Sünen, no: (2143)’de İbn Mes‘ûd’dan (radıyallâhu anh) ve no: (1615)’de Enes b. Mâlik’ten (radıyallâhu anh) getirmektedir.

Ebû Dâvûd, Sünen’de Buhârî ve Müslim’in getirdiği sahâbelerden farklı olarak (no: 3921)’de Sa‘d b. Mâlik’ten (radıyallâhu anh) getirmektedir.

İbn Mâce, “Sünen”, adlı eserinde diğer Kütübü’s-Sitte sahipleri gibi İbn Ömer’den (radıyallâhu anh) (no: 86) ve Enes b. Mâlik’ten (radıyallâhu anh) (no: 3537)’de rivâyeti getirmektedir. Ancak “Sünen-i İbn Mâce” kitabının Dâru İhyâ’i’l-Kütübi’l-Arabiyye ve Dâru’l-Cîl baskılarında İbn Abbâs’ın (radıyallâhu anh) (no: 3539) rivâyetinde «لا عدوى» ziyadesi olmasıyla beraber diğer baskılarda bu ziyade görülmemektedir. Bu ziyadenin esas alınması durumunda rivâyetimiz 6 sahabe yerine, 7 sahabeden gelmiş olacaktır.

“Cüzzamdan, aslandan kaçtığın gibi kaç” Hadîsi ve Benzeri Hadîsler

Bu hadisi, el-Kütübü’s-Sitte ashabından İmâm Buhârî muallak olarak getirsede,[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde; İbn Ebî Şeybe, Musannef’inde; Ebü’ş-Şeyh el-Asbahânî, Emsâlü’l-Hadîs’inde; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kebîr’inde merfû ve muttasıl olarak zikretmektedir.[5]

Bu rivâyet dışında, hastalığın bulaşıcı olduğuna işaret eden bazı rivâyetler de şunlardır:

Üsâme b. Zeyd’den (radıyallâhu anh) rivâyetle Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: Siz bir belde de taun (veba) hastalığı olduğunu duyarsanız oraya girmeyin (gitmeyin), eğer sizin bulunduğunuz bir şehir de tâ‘ûn (veba) hastalığı baş gösterirse de siz oradan çıkmayın”.[6]

Bir diğer rivâyette ise şöyle buyrulmuştur: “Hasta develeri olan kimse, sağlıklı develeri olan kimsenin develerinin yanına, hasta develerini götürmesin”.[7]

Hastalığın bulaşıcı olduğu anlamını taşıyan hadîs-i şerifler ile hastalığın bulaşıcı olmadığı anlamını taşıyan hadîs-i şerif arasında zâhiren birbirine zıt olma durumu söz konusudur. Hem mütekaddim hem de müteahhir ulemâ tarafından bu durum farklı şekillerde yorumlanmış ve anlaşılmıştır. Bunların arasından öne çıkan 4 görüş mevcuttur.

1. Görüş: Hadîs-i şerifte geçen «لا عدوى» kelimesindeki (لا) lâ harfi nefî edatıdır. Dolayısıyla hadîsin manası “mutlak olarak hastalığın bulaşması yoktur” anlamında umum ifade etmektedir. Ancak hadîs-i şeriflerde, ismi bizzat verilen “cüzzam ve tâ‘ûn (veba) gibi hastalıklarda bulaşıcılık vardır anlamında olan rivâyetler, «لا عدوى» hadîsi şerifinden istisna edilmiştir. Bu durumda sanki Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “Hastalıkta bulaşıcılık yoktur” derken “Size daha önceden açıklamış olduğum (cüzzam, veba gibi) hastalıkların dışında kalan hastalıklarda bulaşıcılık yoktur” demek istemiştir. Dolayısıyla ismi verilen hastalıkların dışında kalan hastalıklar için herhangi bir bulaşma durumu da söz konusu değildir. Bu görüş Ebû Bekir el-Bâkillânî’ye (rahmetullâhi aleyh)[8]

Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (rahmetullâhi aleyh) bazı hastalıkların bulaşıcı olmadığı ancak tâ‘ûn (veba) gibi (hadîs-i şeriflerde ismi zikredilen) hastalıkların bulaşıcı olduğunu, isim vermeden “ulemâdan böyle diyeni işittim” şeklinde zikretmektedir. Ancak hemen akabinde bu görüşe reddiye yapmış ve şöyle demiştir: “İlk deve de hastalığı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi sonrakinde de yine yaratan odur. Kişinin hastalığın olduğu yere girdiğinde, kendisine hastalığın bulaşması da yahut hastalığın olduğu yerden çıkıp kişinin hastalanmaktan kurtulması da Allah’ın hükmüne bağlıdır. Ancak kişi hastalığa yakalanmayı hastalığın bulunduğu yere girmenin yahut hastalığa yakalanmamayı hastalığın olduğu yere girmemenin faydası olarak inanmakta ve hastalığın bulaşma olmadan yer ve mekân fark etmeksizin Allah Teâlâ’nın yaratması ile olduğunu unutmaktadır. Halbuki hastalığın bulunduğu yerden çıkıp hastalığa yakalanan nice kimseler vardır.”[9]

2. Görüş: Hastalık bulaşıcı değildir. Bilakis Allah Teâlâ ilk hasta olan kimse de hastalığı bulaşma olmadan yarattığı gibi, onun yanına giden sıhhatli kimse içinde, herhangi bir bulaşma olmadan hastalığı yaratmaktadır. Çünkü «لا عدوى» hadîsinde (لا) lâ harfinin mutlak nefî manası içermesi bu söylediğimizi göstermektedir. Ayrıca hadîs-i şerifin devamında “Yâ Resûlallâh! kumluklarda (ahırlarda) sağlam olan develerin yanına hasta bir deve girdiğinde onları da hasta ediyor, bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “İlk deveye hastalığı kim bulaştırdı?”[10] diyerek karşı tarafa hastalığın bulaşma yolu ile değil Allah’ın yaratması ile olduğuna işaret etmiştir. Dolayısıyla ilk canlının hasta olmasında bulaşıcılığın herhangi bir etkisi olmadığı gibi, ikincisi içinde bulaşıcılığın herhangi bir etkisinin olması söz konusu değildir.

Ancak hadîs-i şeriflerde Peygamber Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hastalığın bulunduğu yerlerden sakındırması, hasta kimselerden uzak durulmasını tavsiye etmesi ise Müslümanın yanlış bir inanca kapılmaması adına sedd-i zerâi‘ babındadır.

Yani sıhhatli birisi, hasta birisinin yanında hastalığa yakalanması durumunda, hastalığın Allah Teâlâ tarafından geldiğini düşünmeden “Yanına gitmeseydim hastalanmazdım” diyerek yanlış bir inanca kapılmaktadır. Aynı şekilde vebanın baş gösterdiği bir yerden çıkıp hasta olmayan bir kimse de “çıktım ve hastalığa yakalanmadım, şayet kalsaydım ben de hastalığa yakalanırdım” diyerek yanlış bir inanca kapılmaktadır. Hal böyle olunca Peygamber Efendimiz de (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bu tarz düşünce ve söylemlerin bir Müslüman tarafından meydana gelmemesi adına hastalığın bulunduğu yerlerden sakınmayı, hasta kimselerden uzak durulmasını ve eğer kişinin bulunduğu yerde hastalık meydana geldi ise oradan ayrılmamasını, zikrettiğimiz hadîs-i şeriflerde emretmiştir.

Ayrıca hastalığın bulaşıcı olmadığını gösteren bir delil de Peygamber Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “Hastalığın bulunduğu bir şey, başka bir şeye sirayet etmez” demesidir.

Ayrıca Peygamber Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “Hastalığın bulunduğu bir şey, başka bir şeye sirayet etmez”[11] buyurması da bu söylediklerimizi destekler mahiyette ve Allah Teâlâ’nın hastalığı, bulaşma özelliği olmadan ilk kimse de yarattığı gibi daha sonraki kimselerde de bulaşıcılık olmadan meydana getirdiğini göstermektedir.

Yine aynı şekilde diğer bir rivâyette Peygamber Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) cüzzamlı kimsenin elinden tutarak elini tabağa uzatıp “Allah’a güvenip ona tevekkül ettiğin halde onun ismiyle (besmele çekerek) ye.”[12] buyurması da hastalığın bulaşıcı özelliği olmadığını göstermektedir. Eğer hastalık bulaşıcı olsa idi Peygamberimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) onunla yemeğe oturmazdı. Dolayısıyla bu da aynı şekilde hastalığın bulaşıcı olmadığını göstermektedir.

Zikretmiş olduğumuz bu görüş Ebû Ca‘fer et-Tahâvî,[13] Taberî,[14]İbn Huzeyme,[15] İbn Hibbân,[16] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî,[17] İbn Battâl[18] ve İbn Hacer el-Askalânî’nin (rahmetullâhi aleyhim) tercih ettiği görüştür.[19]

İbn Kayyim el-Cevziyye (rahmetullâhi aleyh) bu görüşün daha yerinde olduğuna atfen şöyle buyurmuştur: “Hadîs-i şerifte geçen (لا) ‘Lâ’ harfinden nefî manası kastedilmektedir. Çünkü nefî manasında olması demek bulaşıcılığın hiç olmadığı anlamına gelmektedir. Ancak nehiy manasında olması ise, bulaştırmamak anlamına gelerek bulaşıcılığın olduğunu ispat etmektedir. Dolayısıyla buradaki (لا) ‘Lâ’ harfinin nefî manasında “bulaşıcılık yoktur” anlamında olması daha uygundur.”[20]

 

3. Görüş: Hadîs-i şerifte geçen «لا عدوى» kelimesindeki nefî edatı olan (لا) lâ harfi, nehiy (sakındırmak) manasındadır.

Tıpkı şu âyeti kerîmede Mevlâ Teâlâ’nın buyurduğu gibi:

فَمَنْ فَرَضَ ف۪يهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّۜ… البقرة 197

“Kim o aylarda hacca karar verip niyet ederse, bilsin ki hac esnasında kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve tartışıp çekişmek yoktur”.[21]

Âyeti kerîmede nefî edatı olan (لا) “lâ” harfi üç ayrı amelin başında tekrar edilmektedir. Ancak her ne kadar (لا) “lâ” harfi nefî için olsa da mana açısından nehiy manasındadır. Bu durumda âyetin manası “Hac esnasında kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve tartışıp çekişmek (fiilleri) yoktur” yerine “Hac esnasında kadına yaklaşmayın, günaha sapmayın ve tartışıp çekişmeyin” manasında insanları bu fiilleri işlemekten sakındırma anlamındadır. Yoksa bu fiillerin hiç olmadığı anlamında değildir.

Aynı şekilde hadîs-i şerifte de “Bulaşıcılık yoktur” anlamında «لا عدوى» denilse de aslında bulaşıcılık vardır, ancak siz başkalarının yanına giderek “bulaştırmayın” manası kastedilmektedir. Ayrıca yukarıda Peygamber Efendimizden (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) nakletmiş olduğumuz “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamdan kaç” ve “Hasta develeri olan kimse, sağlıklı deve sahibinin develerinin yanına, kendi hasta develerini götürmesin” hadîs-i şerifleri de bu manayı desteklemektedir.

Bu görüşü Abdülfettâh Ebû Gudde (rahmetullâhi aley) Molla Ali el-Kârî’nin (rahmetullâhi aleyh) “el-Masnû‘” adlı eserinin dipnotunda zikretmektedir.[22] Abdülfettâh Ebû Gudde (rahmetullâhi aley) bu manayı Ebü’l-Hasen Muhammed b. Abdilhâdî es-Sindî’nin (v. 1138/1726) (rahmetullâhi aleyh) Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i üzerine yazdığı haşiyesinden esinlenerek söylemiş olması mümkündür. Şöyle ki; «لا عدوى» rivâyeti, Ahmed b. Hanbel’in (rahmetullâhi aleyh) Müsned’inde[23] “ولا حسد والعين حق” “Haset yoktur ve nazar da haktır” izafesi ile Abdullah b. Amr b. el-‘Âs’tan (radıyallâhu anh) gelmektedir. Sindî (rahmetullâhi aleyh) hadîs-i şerifi şerh ederken Abdülfettâh Ebû Gudde’nin (rahmetullâhi aleyh) «لا عدوى» kelimesinde zikrettiği (لا) “Lâ” harfi ile ilgili olan manayı (ولا حسد) kelimesinin şerhi olarak zikretmiştir. [24] Buradan hareketle Abdülfettâh Ebû Gudde’nin (rahmetullâhi aleyh) «لا عدوى» kelimesine bu manayı yüklemesi mümkündür.

4. Görüş: Hastalık bulaşıcıdır. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatında her şeyi bir sebebe bağlı kılmış ve ona göre yaratmıştır. Aynı şekilde bulaşıcılığı da bazı hastalıkların bir özelliği olarak yaratmış ve hastalığın başka canlılara bulaşması için sebep kılmıştır. Bundan dolayı da Allah’ın yeryüzünde, nizamın tesisi için belirlediği sünnetüllâh gereğince hastanın yanına giden sıhhatli kimsede, hastalığa yakalanmaktadır.

Peygamber Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hadîs-i şeriflerde hastalıktan sakındırması ve hastalığa yaklaşılmamasını emretmesi de aynı şekilde hastalığın bulaşıcı özelliği olduğunu desteklemektedir.

Konu ile alakalı diğer hadîs-i şerifte geçen «لا عدوى» “Hastalıkta bulaşıcılık yoktur” sözü Peygamberimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) tarafından cahiliye dönemindeki hastalıkla alakalı yanlış itikadı yıkmak için söylenmiştir.

Şöyle ki, Cahiliye döneminde insanlar hastalığın kendi başına Allah Teâlâ’nın etkisi olmadan bulaştığına inanmaktaydılar. Çünkü hasta bir devenin yanına götürülen sağlıklı devenin de hasta olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) insanların bu yanlış inancını yıkmak adına «لا عدوى» “Hastalıkta (sizin inandığınız gibi) bulaşıcılık yoktur” buyurmuştur. Ancak bu sözü duyanlardan birisi, sözü zahiri ile anlayarak hastalığın hiçbir şekilde bulaşıcı olmadığını düşünmüş ve şöyle bir soru sormuştur: “Yâ Resûlallâh! Ahırlarda sağlam olan develerin yanına, hasta bir deve girdiğinde onları da hasta ediyor, bu nasıl oluyor?”. Bunun üzerine Peygamberimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) asıl müsebbibin Allah olduğunu göstermek ve bulaşmanın sadece bir sebep olduğunu anlatmak maksadıyla “O zaman ilk deveye hastalığı kim bulaştırdı?” demiştir. Yani bulaşıcılık hastalanmayı gerektiren bir sebeptir.

Ancak her ne kadar bulaşıcılık hastalanmaya sebep olsa bile tesir etmesi ancak Allah’ın dilemesine bağlıdır. Çünkü Peygamberimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir başka hadîs-i şerifte yanına gelen cüzzamlı birisinin elinden tutarak elini tabağa uzatmış ve “Allah’a güvenip ona tevekkül ettiğin halde onun ismiyle (besmele çekerek) ye”[25] buyurmuştur.

Ayrıca bir başka rivâyet de Peygamberimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kendisine biat etmek için gelen bir cüzzamlıya, başkalarına bulaştırmaması adına biatını kabul ettiğini haber göndererek geri dönmesini söylemiştir.[26] Hadîs-i şeriften de anlaşılacağı üzere hastalığın bulaşıcı özelliğinin olduğu aşikardır.

Zikretmiş olduğumuz bu görüş Beyhakî,[27] İbn Salâh[28] ve Şerefüddîn en-Nevevî’nin[29] (rahmetullâhi aleyhim) tercih ettiği görüştür. Ayrıca Nevevî (rahmetullahi aleyh) cumhur ulemânın görüşünün de bu şekilde olduğunu söylemiştir.

Şerefüddîn et-Tîbî (rahmetullâhi aleyh) bu görüşün, bulaşıcılığın hiç olmadığı görüşünden (3. görüşten) daha evlâ ve uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü bulaşmanın hiç olmadığını söylemek tıbbı inkâr etmek anlamındadır. Hâlbuki şeriat tıbbı inkâr etmek için değil, şeriata zıt düşmediği müddetçe tıbbı ispat etmek için gelmiştir.

Hâlbuki İslam’ın gayesi tıbbı inkâr etmek değil, İslam’a zıt düşmediği müddetçe tıbbı ispat etmektir.[30]

Ulemâdan Ebû Muhammed Îsâ b. Dînâr el-Gâfikî (rahmetullâhi aleyh) zikrettiğimiz 4 görüşün dışında «لا عدوى» “Hastalıkta bulaşıcılık yoktur” rivâyetinin, “Hasta develeri olan kimse, sağlıklı develeri olan kimsenin develerinin yanına, hasta develerini götürmesin”[31] rivâyetini nesh ettiğini söylemiştir.[32]

Ancak Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ebü’l-Velîd el-Bâcî ve Şerefüddîn en-Nevevî (rahmetullâhi aleyhim) gibi ulemâ bu konudaki rivâyetlerden hangisinin daha önce söylenildiğinin bilinmemesinden dolayı rivâyetler arasında neshe giderek içlerinden birisinin nâsih diğerinin/diğerlerinin mensûh olamayacağını söylemiştir.[33] Çünkü rivâyetler arasında nâsih ve mensûhu belirlemek için gerekli şartlardan birisi de rivâyetlerin tarihi açıdan ne zaman söylenildiklerinin bilinmesidir.

Netice

Sonuç olarak hadîs kıstaslarına uygun iki sahih hadîs-i şerifin arasında mana açısından birbirine zıt olmaları durumunun aslında göründüğü gibi olmadığını ve her bir hadîs-i şerifin manasının birbirine ters düşmeden anlaşılabildiğini görmüş olduk. Bununla birlikte iki hadîs-i şerifin manasının ulemâ tarafından farklı şekiller de anlaşıldığı ve bunlar arasında cumhur ulemânın kabul ettiği görüşün bazı hastalıkların haddi zatında bulaşıcı olarak yaratılmış olduğu ve sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde hastalığın başka birisine sirayetinin olduğu anlaşılmıştır.

Bu hususta bir Müslümanın dikkat etmesi gereken en önemli unsurlardan birisi de Peygamber Efendimizin (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) hastalık ile alakalı söylediği uyarıları dikkate alması, kendisini ve çevresinde bulunan kimseleri riske atmayacak bir şekilde davranması ve yanlış itikada mahal verecek her türlü hareketten de sakınması gerektiğidir.

واللّٰهُ  تَعَالَى أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَآبُ…

[1] Hucurât sûresi, 12.

[2] Ebû Dâvûd, Sünen, no: (3651).

[3] Ebû Dâvûd, Sünen, no: (3652-1).

[4] Buhârî, Sahîh, no: (5707). Ancak İbn Hacer el-Askalânî (rahmetullâhi aleyh) Fethu’l-Bârî (10/158) adlı eserinde bu rivâyeti Ebû Nu‘aym‌’ın (rahmetullâhi aleyh) vaslettiğini söylemiştir.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mü’ssesetü’r-Risâle, (15/449/9722); İbn Ebî Şeybe, Musannef, Dâru’l-Kıble, (12/416/25031); Ebü’ş-Şeyh el-Asbahânî, Emsâlü’l-Hadîs, Dâru’s-Selefiyye, s. 117-118 no: (163); Beyhakî, es-Sünenü’l-Kebîr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (7/218/13772).

[6] Buhârî, Sahîh, no: (5728); Müslim, Sahîh, 4/1739 no: (2218/97).

[7] Buhârî, Sahîh, no: (5771); Müslim, Sahîh, 4/1743 no: (2221/104); Ebû Dâvûd, Sünen, no: (3911).

[8] İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Mektebetü’r-Rüşd, 9/410; İbnü’l-Mülakkin, et-Tevzîh, Dâru’n-Nevâdir, 27/423; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, 10/160.

[9] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Kabes, Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 3/1134.

[10] Buhârî, Sahîh, no: (5717); Müslim, Sahîh, 4/1742 (2220/101).

[11] Tirmizî, Sünen, no: (2143); Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mü’essesetü’r-Risâle, 7/252 (4198); Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned, Dâru’l-Me’mûn, 9/112 no: (5182); Tahâvî, Şerhu Me‘âni’l-Âsâr, Alemü’l-Kütüb, 4/307 (7052).

[12] Tirmizî, Sünen, no: (1817); Abd b. Humeyd, el-Müntehab min Müsned, Dâru Belensiyye, 2/170 (1090); İbnü’s-Sünnî, Amelü’l-Yevm, Dâru’l-Kıble, s. 412-414 (463).

[13] Ebû Cafer et-Tahâvî, Şerhu Me‘âni’l-Âsâr, Âlemü’l-Kütüb, 4/310 no: (7075).

[14] Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr Müsnedü Ali, Matba‘atü’l-Medenî, 3/32-34.

[15] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, 10/161-162.

[16] İbn Hıbbân, Sahîh, Mü’essesetü’r-Risâle, 13/484.

[17] Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ârızatü’l-Ahvezî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 8/313.

[18] İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Mektebetü’r-Rüşd, 9/425, 9/450.

[19] İbn Hacer el-Askalânî, Nüzhetü’n-Nazar, Matba‘atü Sefîr, thk. Abdullah er-Rahîlî, s. 92-94.

[20] İbn Kayyim el-Cevziyye, Miftâhu Dâri’s-Se‘âde, Dâru Âlemi’l-Fevâid, 3/1484.

[21] Bakara sûresi, 197.

[22] Molla Ali el-Kârî, el-Masnû‘, Mektebü’l-Matbû‘âti’l-İslâmiyye, thk. Abdülfettâh Ebû Gudde, s. 47-48.

[23] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mü’essesetü’r-Risâle, 11/641, no: (7070).

[24] Ebü’l-Hasen Muhammed b. Abdilhâdî es-Sindî, Haşiyetü alâ Müsnedi Ahmed, Dâru’l-Me’sûr, 2/319, no: (7070).

[25] Tirmizî, Sünen, no: (1817); Abd b. Humeyd, el-Müntehab min Müsned, Dâru Belensiyye, 2/170 (1090); İbnü’s-Sünnî, Amelü’l-Yevm, Dâru’l-Kıble, s. 412-414 (463).

[26] Müslim, Sahîh, 4/1752 (2231/126); Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mü’essesetü’r-Risâle, 32/218 (19468).

[27] Beyhakî, Ma‘rifetü’s-Sünen, Câmi‘atü’d-Dirâsâti’l-İslâmiyye, 10/189-190.

[28] İbn Salâh, Mukaddime, Dâru’l-Me‘ârif, s. 477.

[29] Şerefüddîn en-Nevevî, el-Minhâc, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, 14/213-214

[30] Şerefüddîn et-Tîbî, el-Kâşif, Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz, 9/2979.

[31] Buhârî, Sahîh, no: (5771); Müslim, Sahîh, 4/1743 no: (2221/104); Ebû Dâvûd, Sünen, no: (3911).

[32] Bkz. Ebü’l-Velîd el-Bâcî, el-Müntekâ, Matbaʽatü’s-Seʽâdet, 7/264. Ayrıca Sehâvî, Fethu’l-Muğîs, Mektebetü Dâri’l-Minhâc, 3/472’de İbn Şâhîn’inde hadislerin arasını nesh yolu ile bulduğunu söylemiştir. İbn Şâhîn, Nâsihu’l-Hadîs, Mektebetü’l-Menâr, s. 406-408’da cüzzamlı kimseden uzak durulması ile ilgili rivâyetleri getirdikten sonra s. 408-410’da “Buna muhalif olanlar” başlığı altında Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) cüzzamlı ile yemeğe oturduğu ve benzeri birkaç rivâyeti getirmiştir. Ancak birbirlerini nesh ettiğine dair herhangi bir kelamda bulunmamıştır.

[33] Ebü’l-Velîd el-Bâcî, el-Müntekâ, Matbaʽatü’s-Seʽâdet, 7/264; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, el-Mesâlik, Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 7/469; Şerefüddîn en-Nevevî, el-Minhâc, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, 14/213-214.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu