Hz. Osman zamanındaki siyasî ihtilaflar, Hz. Ali dönemindeki Sıffin savaşı ve ‘Hakem Olayı’ olarak tarihe geçen bir dizi mesele ardı ardına zuhur etmekle kalmamış birde üstüne üstelik; ayrılan, isyan eden, karşı çıkan manalarına gelen Haricî taifesi gündeme oturmuştu. Tekfir etme hastalığını bir akım olarak bu taife başlatmış ve Hulefâ-i Râşidinden olan bu iki büyük sahabeyi aynı menfur zihniyet hunharca şehit etmişti. Haricîlerle başlayan bu furya, inandıkları davanın hak olduğunu ispat sadedinde getirdikleri âyet ve hadislerin zahiri manalarından hareket etmekte; adeta karşı tarafı küfre nispet etmeyi bir maharet sayarak herkesi tekfir etmekteydi.
İmam Gazâlî’nin ‘Faysalu’t-Tefrika’ adlı eserinde Ehl-i kıblenin tekfir edilmesi meselesini anlattığı faslın başında; bir kimsenin tekfiri için o konuda söylenen bütün sözlerin ve mezheplerin, şüpheleri ve delilleriyle beraber açıklanması ve nasıl te’vil edildiğinin beyan edilmesi lazım olduğunu dile getirir ve daha birçok noktada uzunca tafsilat verilmesi gerektiğini ifade eder. Hemen akabinde şu tavsiyesiyle devam eder: “Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Rasûlullah deyip bu esâsa ters düşmedikleri sürece, mümkün olduğu kadar Ehl-i Kıble’ye dil uzatmayın. Zira bu hususta tekfir tehlikelidir, susmakta ise hiçbir tehlike yoktur.”[1]
Birisini küfre nispet etmek hakikaten mesuliyet gerektiren tehlikeli bir iştir. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır:
أَيُّمَا رَجُلٍ قَالَ لِأَخِيهِ يَا كَافِرُ، فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا
“Herhangi bir kimse mümin kardeşine: ‘Ey kâfir!’ diye hitâb ederse, ikisinden biri muhakkak bununla (küfürle) vasıflanmış olur!”[2]
Karşı tarafı tekfir etme noktasında ihtiyatı gözetmemek Huccetu’l-İslam İmam Gazâlî’nin ifadesiyle, “çoğunlukla kendilerinde cehaletin galip geldiği kimselerin işidir”.[3]
İmam-ı Azam’ın ‘el-Fıkhu’l-Ekberi ve diğer eserleri, ilim ehlince meşhur olan İmam Tahavî’nin akide kitabı ve İmam Taftazanî’nin “Şerhu’l Akaid” isimli eseri ve akîde kitapları tamamıyla Ehl-i Kıble’nin tekfir edilemeyeceğinden bahseder. Zira bu ehl-i sünnetin bir kaidesidir.[4] Bu kaidenin aslı ise Ebu Davud’da geçen şu hadis-i şerife dayanmaktadır:
ثَلَاثٌ مِنْ أَصْلِ الْإِيمَانِ: الْكَفُّ عَمَّنْ، قَالَ: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ، وَلَا نُكَفِّرُهُ بِذَنْبٍ، وَلَا نُخْرِجُهُ مِنَ الْإِسْلَامِ بِعَمَلٍ
“Üç şey imanın esasındandır. (Birincisi) Lâ ilahe illallah diyen bir kimseye (el ve dil uzatmaktan) çekinmemiz, (işlemiş olduğu) bir zenb (günah) yüzünden onu kâfir saymamamızdır. (Yani İslâm’a uymayan) bir fiilinden dolayı onu İslam dışı ilan etmememizdir.”[5]
Ulema hem Ehl-i kıblenin tekfir edilmeyeceğini beyan etmiş hem de eserlerinde; Kuranın mahluk olduğunu söylemenin, ru’yetullahı inkar etmenin ve benzeri itikadî asıllara aykırı beyanlarda bulunmanın küfür olduğuyla hükmetmişlerdir. Bu iki tutumun birbiriyle çelişik olup olmadığını idrak edebilmek için evvela ‘Ehl-i Kıble’ ifadesinden ulemanın ne kastettiğini anlamamız gerekmektedir. Bunu anlayabilmek için meselenin dayandığı mezkûr hadis-i şerife bir göz atalım.
Hadis-i şerifte geçen ‘zenb’ kelimesi şer’î ıstılahta küfür hariç işlenen günahların hepsine şamildir. Ancak Ebu Davud’taki bu rivayet, Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim’de geçen إِلا أَنْ تَرَوْا كُفْرًا بَوَاحًا عِنْدَكُمْ مِنَ اللَّهِ فِيهِ بُرْهَانٌ “Ancak yanınızda Allah katında geçerli ilgili bir burhan ile açık bir küfür görmeniz müstesnadır.” ifadesiyle mukayyettir.[6] Dolayısıyla bir kimse her ne kadar dinden çıkmak istemese ve kıbleye yönelmeye devam etse de küfrü gerektiren bir iş işler ya da zarûriyyât-ı dîniyye’den olan bir aslı inkar ederse bunu iman dairesi içinde kabul etmek mümkün değildir. Nitekim İmam-ı Rabbanî Hazretleri de ehl-i kıblenin ancak inanç esaslarına uygun olduğu sürece tekfir edilmeyeceğini şöyle ifade eder: “Bu bid’atçi fırkaları, ehl-i kıbleden olmaları hasebiyle, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen ve tevatürle sabit olmuş hükümleri inkâr etmedikleri ve zarûriyyât-ı dîniyye’yi kabul ettikleri sürece tekfire cüret etmek uygun değildir.”[7]
Hayâlî, (Rahimehullah) ise Şerhu’l-Akaid haşiyesinde ehl-i kıblenin tekfir edilmemesinin ictihadî meselelerde geçerli olduğunu belirttikten sonra zarûriyyât-ı dîniyye’yi inkâr eden kimsenin tekfiri hususunda tartışma olmadığını ifade etmektedir.[8]
Molla Aliyyu’l-Kâri ehl-i sünnetin bu kaidesini incelerken ‘Ehl-i Kıble’ ifadesinin, zarûriyyât-ı dîniyye dediğimiz; âlemin hâdis oluşu, Allah’ın, cüziyyatı ve külliyatı bilmesi gibi esasları kabul edenler manasında olduğunu vurgulamıştır. Akabinde ise, ömrü boyunca ibadete devam eden bir kimsenin dini esasların tamamını kabul etmediği müddetçe ehl-i kıbleden addedilmeyeceğini de ifade etmiştir.[9]
İmam Gazâlî’nin Mustasfâ’sındaki şu ifadeleri konumuza ışık tutması açısında mühimdir: “Ümmet, kıbleye yönelerek namaz kılanlardan değil, müminlerden ibarettir.”[10] Dolayısıyla Ehl-i Kıble tekfir edilmez dendiğinde, iman esaslarına eksiksiz inanan müminler anlaşılmalı. Yoksa zarûriyyât-ı dîniyye’ye inanmasa bile kıbleye dönen herkes anlaşılmamalı.
Nitekim İmam Tahâvî akidesinde tek bir cümleyle bu hususu şu şekilde ifade eder: “Kıble ehlini, Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği hükümleri itiraf edip söylediklerini ve haber verdiklerini tasdik ettikleri müddetçe müslüman ve mümin diye isimlendiririz.”[11]
Ferhârî (rahimehullah)’da, ehl-i kıble ifadesi’nin lügat itibarıyla; kabe’ye doğru ibadet eden ve kabe’yi kıble olarak kabul eden kimse, manasında olduğunu ifade ettikten sonra ıstılahta; şeriatta sübutu (kesin olarak) bilinen hakikatler diye tabir ettiğimiz zarûriyyât-ı dîniyye’yi tasdik eden kimse, manasında olduğunu beyan etmiştir. Daha sonra şu ifadesiyle meseleyi özetlemiştir: “Ehl-i kıble’nin tekfir edilmemesi günah işlemesi ya da sübutu kesin olmayan konuları kabul etmemesinden dolayıdır”[12] Ancak geride zikrettiğimiz beyanatta da olduğu gibi konuyu ulemanın izahatı ile etraflıca mütalaa eden kimsenin de anlayacağı üzere, sübutu kesin olan inanç esaslarının inkârı küfrü gerektirecektir.
Bu meyanda çoğu kere yanlış anlaşılan bir meselenin izahına değinmeden geçmeyelim. Kitaplarımızda ehl-i kıblenin tekfir edilmemesi anlatılırken izah sadedince zikredilen ancak daha sonraları doğru olmayan izahlarla başka manalara çekilen bir misal var. İmam-ı Rabbani Hazretleri (Kuddise Sirruhû)’da az önce naklettiğimiz sözünün hemen devamında o misali şöyle anlatır: “Nitekim âlimler, ‘Bir meselede küfrü gerektiren doksan dokuz sebep olsa, diğer taraftan aynı meselede küfre zıt olan bir sebep bulunsa bu bir sebebe itibar etmeli ve küfür hükmü vermemelidir.’ demiştir. En doğru olanı bilen ve sözü en muhkem olan Allah Teâlâ’dır.”[13]
Ulema bu misali zikrederken tek bir meseledeki ihtimallerden bahsetmiştir. Herhangi bir müminin yapmış olduğu tek bir iş, doksan dokuz vecihle küfür olsa ancak o meselenin küfür olmadığını gösteren tek bir tevil ihtimali bile olsa biz o zatı tekfir edemeyiz. Bu misal bunu anlatmak için zikredilmiştir dolayısıyla da bu şekilde anlaşılmalıdır. Yoksa bu misalde, yapmış olduğu yüz işten doksan dokuzu küfür olan bir kimseden bahsedilmemektedir. Bunu bu şekilde anlamak dünyada hiç kimsenin kafir olmamasını gerektirir. Bu da tevile ihtimali olmayan doksan dokuz küfür işine rağmen onun iman dairesinde olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir.
[1] Gazâlî, Faysalü’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka, Dâru’l-Minhâc, s. 82.
[2] Buhârî, Sahih, No: 6104; Müslim, Sahih, No: 60.
[3] Gazâlî, Faysalü’t-Tefrika Beyne’l-İslam ve’z-Zendeka, Dâru’l-Minhâc, s. 87.
[4] Taftazanî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, Dâru’s-Sirac, s. 243.
[5] Ebu Davud, Sünen, No: 2532.
[6] Enverşâh el-Keşmîrî, İkfâru’l-Mulhidîn, Dâru’l-Beşâirül-İslamiyye, s.47.
[7] İmam-ı Rabbânî, el-Mektubat, 3/38. Mektup.
[8] Hayâlî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Akâidi’n-Nesefiyye, Dersaâdet, s. 111.
[9] Aliyyü’l-Kârî, Minehu’r-Ravzul-Ezher, Dâru’l-Beşâirül-İslamiyye, s.429.
[10] Gazâlî, el-Mustasfa, Müessesetü’r-Risâle Nâşirûn, 1/344.
[11] Mütunu’l Akâidi, Dâru’s-Sirac, s.101.
[12] Muhammed Abdulaziz el‐Ferhârî, en‐Nibrâs, Daru’l-Mizan, s. 735.
[13] İmam-ı Rabbânî, el-Mektubat, 3/38. Mektup.