KitabiyatTasavvuf

Tasavvuf-Nahiv İlişkisine Dair Eserler ve İncelemeleri -2-

Tasavvuf ve Nahiv İlişkisine Dair Eserler ve İncelemeleri -1- yazısı için tıklayınız.

3) Ali b. Meymûn (ö. 917/1511), er-Risâletü’l-Meymûniyye

Önceki yazımızda zikrettiğimiz eserlerden sonra yine bu konuda müstakil risaleler kaleme alınmışsa da bu gelenek büyük ölçüde “Âcurrûmiye” şerhi üzerinden devam etmiştir. Sanıyoruz bu süreci başlatan Afrikalı meşhur şazelî şeyhi Ali b. Meymun (kuddise sirruhu) ve “er-Risaletü’l-Meymûniyye”sidir.

Bazı yazma nüshalarda “Nahvu’l-Kalb”[1] veya “Nahvu’l-Kalb Şerhu’l-Âcurrûmiyye”[2] diye de kaydedilen ve 70 varak kadar olan bu eser, şerh olmasının gereği olarak konu bakımından şerh ettiği eseri takip eder.

Yine bazı yazma nüshalarda “Şerhu’l-Âcurrûmiyye bi Fenni’l-Akâidi ve’t-Tevhîd”[3], “bi İbâreti İlmi’t-Tevhîd”[4] ve “min Fenni’t-Tevhîd[5] gibi isimlerle kaydedilmesinden de anlaşılacağı üzere eserin benzerlerinden en bariz farkı, kelam ve akaid ağırlıklı tasavvufî yorum yapmasıdır. Başka bir ifadeyle meseleleri müride dönük yönlerden yorumladığı gibi Allah’ın sıfatları ve isimleriyle ilgili yorumları da -diğer eserlerin aksine- bolca yapmaktadır.

Müellif eserin girişinde hamdele ve salveleden sonra telif sebebi olarak şunu zikreder: “Bazı kardeşlerle birlikte 915/1509 senesinde Şam’ın Salihiye bölgesinde toplanmak nasip olduğu esnada aklıma Şeyh İbn Âcurrûm’un “ref, nasb ve cer konusunda sıfat mevsufuna tabidir” sözü geldi ve o anda bu sözün işaret ettiği tevhid manalarını Allah fazlıyla dilimden icra etti…” Müellif daha sonra mezkur sözle ilgili kendisinin söylediklerini duyan bir kardeşin “Âcurrûmiye”yi bu metot üzere şerh etmesini talep etmesi üzerine bu eseri kaleme almaya başladığını belirtir.

Daha sonra tıpkı kitabın metni Arap kelamını anlamaya sebep olduğu gibi şerhinin de tevhid manalarını anlamaya sebep olmasını niyaz ettiğini zikredip, “bir hocanın talebeye nahiv okuturken talebenin kalbinin nahvine daha çok önem vermesi gerekir” şeklinde özetleyebileceğimiz nasihatlerde bulunur ve konuya giriş yapar.

Metnin şerhine başlamadan önce inanılması gereken akaidin zikredilmesinin gerekli olduğunu ifade ettikten sonra Senûsî’nin (rahimehullah) “Suğra’s-Suğrâ”nın muhtasarı kabilinden bir akaid metni yazar ve kendisinin bu eseri daha önce “Risâletü’l-İhvân min Ehli’l-Fıkhi ve Hameleti’l-Kurân” ismiyle şerh ettiğini söyler. Bu şerhin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesindedir. [6]

Eser mahiyet olarak geride geçenlerden çok farklıdır. Belki bunu onlar kadar metaforik olmamasıyla özetleyebiliriz. Şöyle ki, yukarda bahsettiğimiz eserlerde nahvin bir konusu ele alınıyor ve o konudaki her maddenin teşbih yapılan tasavvufî meseledeki karşılığı tespit edilerek daha nahvî ilerliyordu. Bu eserde ise her ne kadar tasavvufî konuların çıkış yeri nahiv başlıkları olsa da içerik işlenirken nahvin arka planda kaldığı görülmektedir. Tabii bu da kitabı bir “kalplerin nahvi” eseri olmaktan çıkarmaz, zira kitapta nahvî teşbih yapılmıştır. Bunlardan birkaçını zikredelim;

Müellif irabın kısımları bölümünün şerhinde özetle şöyle der:

Nahvî: İrab amiller sebebiyle kelimenin ahirinin değişmesidir. Bu değişikliğin ref, nasb, cer ve cezm diye 4 çeşidi vardır.

Tasavvufî: İnsanın kalbine gelen havatır (amiller) sebebiyle kalbi değişebilir. Bu havatırın da 4 çeşidi vardır; rahmânî, melekî, nefsânî, şeytânî.

Tıpkı amillerin değişmesiyle lisanda bir değişiklik olduğu gibi havatırın gelip gitmesiyle de cenânda bir değişiklik vuku bulur.”[7]

Yine irabın çeşitlerinden bahsederken müellif şöyle der:

“Yukarda zikrettiğimiz dört havatır dört sıfat (eser) getirir; ref, nasb, hafd ve cezm. Ref üstünlük tarafı, hafd alçaklık tarafı, nasb ise ikisi arasında vasıtadır. Cezm de iki tarafa elverişlidir.

Ref mahmûd (övülen) hâtıra işarettir ki bu da rahmânî ve melekî hatırlardır. Hafd, mezmûm hatıra işarettir ki bu da nefsânî ve şeytânî hatırlardır. Nasb ise zahiri mahmûd olup hakikatte mezmum olan hatır-ı melbûse işarettir… Dolayısıyla nasb iki alem arasındaki bir berzah, iki sıfat arasında bir sıfat ve iki denizin arasında bir vasıtadır.” Daha sonra müellif nasbın da kendi arasında ayrıldığı nefsânî ve şeytânî kısımlarına değinir.[8]

Daha ileriki bölümlerde de burada memduh olduğunu söylediği ref’in alametlerini sayarken özetle şöyle sıralar;

  • Zamme: Kişinin kendi nefsinin heva ve fücurunu zammedip kaldırması.
  • Vav: Vüdd (sevgi) vavı.
  • Elif: Ehadiyet elifi.
  • Nûn: Nurun nûnu.[9]

Bu gibi misallerle dolu olan eser, nahivden bağımsız olarak ele alınan birkaç tasavvufî meselenin ele alınmasıyla sona erer.

       

Ali b. Meymûn’un, “er-Risâletü’l-Meymûniyye” sinin müellifinin önde gelen talebelerinden Şemseddin b. Ramazan el-Hanefî’nin hattından nakledilen 1045/1635 tarihli bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 2251, vr. 2-69.


     

Ali b. Meymûn’un, “er-Risâletü’l-Meymûniyye” sinin Yusuf Ömer Tonbûlî’nin hattıyla 1282/1865 tarihli bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 4857, vr. 2-66.


       

Ali b. Meymûn’un, “er-Risâletü’l-Meymûniyye” sinin Ahmed b. Ali b. Hâtır b. Nâsıriddîn’in hattıyla 1062/1652 tarihli bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 5808, vr. 1-91.


       

Ali b. Meymûn’un, “er-Risâletü’l-Meymûniyye” sinin 1050/1640 tarihli bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 33611, vr. 1-68.


       

Ali b. Meymûn’un, “er-Risâletü’l-Meymûniyye” sinin 1173/1760 tarihli bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 68122, vr. 1-70.

4) İbn Acîbe (ö. 1224/1810), el-Fütûhâtu’l-Kuddûsiyye fî Şerhi’l-Mukaddimeti’l-Âcurrûmiyye

İman ve İslam’dan sonra insanın özen göstermesi gereken en önemli şeyin dili ve kalbini ıslah etmek olduğunu anlatan bir mukaddime ile başlayan eser, nahvî tasavvufa dair en uzun kitap olması muhtemel 230 sayfalık başka bir “Âcurrûmiyye” şerhidir.

Eser, kalp ve dil nahvinin öneminden, tahsil edilmelerinin gerekliliğinden ve kalp nahvinin dile göre daha mühim olduğundan bir önceki eserimizin müellifi Ali b. Meymûn ve şeyhi Mevlây el-Arabî ed-Derkâvî’den de (rahimehumallah) nakiller yaparak bahseden bir mukaddimeden sonra şerhe başlar. Yine mukaddimede tarif, mevzu ve gaye gibi bir ilme başlamadan bilinmesi gereken on madde nahiv özelinde anlatılmış ve bazı nahvî kavramlar tefsir edilmiştir.

Eser, Ali b. Meymûn’un (rahimehullah) geride zikrettiğimiz kitabından istifade etmiştir. Mukaddimede ondan nakil yapılması ve yorum benzerlikleri bunu göstermektedir. Eseri, yukarda geçen diğer kitaplardan ayıran en önemli özellikleri şunlardır;

  • Nahiv ve tasavvuf dengesini eşit tutmuştur. Şöyle ki, diğer eserler bir nahvî tasavvuf kitabı olmalarının gereği olarak nahvî meseleye ancak tasavvufî meseleyi anlamak için ihtiyaç olduğu kadar girmişlerdir. Bu kitap ise aynı zamanda bir nahiv kitabıdır. Nahvî meseleleri de müstakil zahirî bir şerh gibi anlatmıştır.
  • Güzel bir tertibe sahiptir. Konular şerh edilirken önce nahvî mesele olduğu gibi anlatılır, daha sonra “el-İşâre” başlığıyla bu konunun tasavvufî yorumundan bahsedilir.
  • Müellif adeti üzere bizzat kendi şeyhlerinden veya muhtelif alimlerden bolca nakil yapmaktadır.

Bu eserdeki işârî yoruma birkaç misal verelim;

Müellif mureb isimlerin hareke ve harfle mureb olanlar olmak üzere iki kısma ayrıldığını zikrettikten sonra “el-İşâre” başlığı altında şöyle der:

“Âlem-i gaybtan âlem-i şehadete veya ceberut denizinden melekût ve mülk alemine çıkartılan ve orada izhar edilen anlamında mureb olan sırlar -yani ezelî zatın sırları- da tıpkı mureb isimler gibi iki kısımdır; harekeyle (şekillerle) mureb olan ve harflerle (resimlerle) mureb olan sırlar. Bunların hepsine de “tecelli” denir. Kenz olan zat-ı aliyye mahfî iken (bilinmek istedi) ve zahir oldu. İşte bu şekil (hareke) ve resimlerle (harf) oldu. Resimler arş, kürsi, semalar ve dağlar gibi büyük tecelliler iken, şekiller ise melekler ve canlı sınıfları gibi rakîk (ince) tecellilerdir.”[10]

Yine bazı harf-i cerlere verdiği manalar da bu kabildendir;

  • (مِن): Mürid için seyrin bidayetini (başlangıcını) temsil eder ki bu mücahededir.
  • (إلى): Mürid için seyrin nihayetini (sonlanmasını) temsil eder ki bu müşahededir.
  • (عن): Her türlü alaka ve meşguliyeti aşıp onlardan uzaklaşmayı ifade eder. Zira alaka ve meşguliyetler varken seyir mümkün değildir.
  • (على): Nefsi kahredip ona galip gelmiş ve yardım ile seyri, temkin ve inaye ile de hidayeti elde etmiş olmayı anlatır.
  • (في): Huzura girip orada mazrufun zarfta yerleştiği gibi yerleşip temekkün etmek demektir.
  • (ربَّ): Hususiyet ehli kişilerin az olduğu anlamına gelir.
  • (الباء): Sûfilerin seyir esnasında vusul için Allah’tan yardım talep ettiklerini ifade eder.
  • (الكاف): Kavme (evliyaya) benzemek ve onların ahlakıyla ahlaklanmak demektir.
  • (اللام): Velayet mertebesini hak etmeye ve teşebbüh (evliyaya benzeme) ihlas ve tecerrüd (alakalardan soyutlanma) ile ona sahip olmaya işarettir.
  • Kasem harfleri: Evliyaullahın yeminlerinin mebrur olduğuna işarettir.[11]

Atıf babında müellif on tanesi Allah’tan kula, on tanesi de kuldan Allah’a olmak üzere toplam yirmi tane atıf alametinden bahsettikten sonra atıf harflerini (sebeplerini) tasavvufî olarak şöyle manalandırır:

  • (الواو): Kalbi, Allah Teala ve ehlullah ile cem edip toplamak demektir.
  • (الفاء): Zahirdeki kulluk vazifelerini şeriatın tertibiyle tertip etmektir.
  • (ثمَّ): Mühlet, te’ennî ve acelesizliğin Allah’tan olduğunu, acele etmenin şeytandan olduğunu ifade eder.
  • (أو): Altı manasına göre farklı tevil yapılabilir;
  • Tahyîr: Kulun, kulluk ile hürriyet arasında serbest bırakıldığında kulluğu tercih edip, zahirde kulluğu iyi yaptıkça batınî hürriyeti elde etmesi demektir.
  • İbâha: Sûfînin malının mübah, kanının heder olduğunu (onun böyle görmesi gerektiğini) ifade eder.
  • Taksîm: Müridin Allah’ın kendisine verdiği hissî ve manevi rızıkları hak eden ehline paylaştırması.
  • İbhâm: Müridin Allah’ın biliyor olması ile yetinip sırrını gizlemesi ve kapalı tutması. Zira insanların bilmesini istemek kullukta doğruluk (ve samimiyetin) bulunmadığına delildir.
  • Teşkîk: Zuhûr sebeplerine değinmeyerek kendi velayetinde şüphe ettirmek.
  • İdrâb: Dünya ve ehlinden yüz çevirip Mevlâ’ya yönelmek.
  • (أم): İki farklı manasına göre tevil yapılabilir;
  • Tayin: Hakkı ve batılı tayin edip hakka tabi olmak ve batıldan sakınmak veya bir şeyhin elinden sülûk yolunu tayin edip orada ilerlemek.
  • Tesviye: Altın ve toprağın, fakirliğin ve zenginliğin ve bütün makam ve hallerin müridin gözünde eşit olması.
  • (إما): (أم) gibidir.
  • (بل): Müridin yaratanda fena ve gaybet bulup, yaratılmış olan iki kevnden de yüz çevirmesi (idrâb etmesi) anlamına gelir.
  • (لا): Mâsivâyı nefyedip Mevlâ’nın ispatına işarettir.
  • (لكن): Geçmişte batıl ve boş işlerle geçirilmiş zamanları, ilerde kolu paçayı sıvayıp çalışarak telafi ve istidrak etmektir.
  • (حتى): Marifetin son derecesine ulaşmakla seyrin bittiğine (intihasına) işarettir.[12]

Özetle eser, zahir ve batını cem etmiş iki taraflı, misli eserlerden daha mufassal ve sarih bir nahiv kitabı şerhidir ve şâyân-ı mutâlaadır ve “lisanın ıslahına yarayan nahvî kaideleri ibaretle, cenânın (kalbin) ıslahına yarayan tasavvufî meseleleri işaretle bedî‘ bir şekilde şerh etmiştir.”[13]

5) Abdülkâdir el-Kûhen (1253/1837), Münyetü’l-Fakîri’l-Mütecerrid ve Sîretü’l-Mürîdi’l-Müteferrid

Yukarda İbn Acîbe’nin (rahimehullah) eserinin “Âcurrûmiyye”yi şerh ederken hem nahiv/dil hem de tasavvuf/kalp tarafını tastamam ele alarak şerh ettiğini zikretmiştik. Yine İbn Acîbe (rahimehullah) gibi Faslı olan ve ondan 30 küsür sene kadar sonra vefat eden Kûhen ailesine mensup Abdülkadir el-Kûhen veya el-Kûhenî (rahimehullah), “dile değil de, kalbe önem veren bir sûfî”[14] olduğunu ifade ederek her iki bakımdan da güzel bulduğu söz konusu eserin nahvî taraflarını tecrit ederek ihtisar etmiş ve bu eserini telif etmiştir.

Eser, İbn Acîbe’nin (rahimehullah) “Fütûhâtı”na yapılan bir muhtasar ve tecrit çalışması olmasının gereği olarak nahvî konuların silinmesi dışında içerik bakımından onunla tamamen aynıdır. İbn Acîbe’nin (rahimehullah) eserinin sadece tasavvufî taraflarını okumak isteyenler için istifade edilesi bir eserdir. Sadece nahiv tarafını okumak isteyenler içinse aynısı tasavvuf tarafından yapılıp sadece nahvî meselelerin zikredildiği bir ihtisar çalışması da yapılabilir.

Farklı olarak bu şerhte sadece mukaddimesindeki bazı meseleler ve İbn Acîbe’nin (rahimehullah) şerhini terk ettiği besmele üzerine konuşmalar mevcuttur. Mukaddimede ise giriş ve sebeb-i telifin beyanından sonra müellif iki konuyu ele alır; birincisi tasavvuf ilminin en önem verilmesi gereken ilim olduğu, ikincisi ise bir kelamı sahibinin kastettiği manadan başka bir manaya hamletmenin basiret sahipleri katında mümkün/makbul ve yapılan bir şey olduğu konusudur.

Müellif bu iki meseleyi detaylıca inceledikten sonra İbn Acîbe’den (rahimehullah) ihtisar ederek hazırladığı şerhine başlar.

       

Abdülkadir el-Kûhen’in “Münyetü’l-Fakîr”inin 1292/1876 tarihli bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 66441, vr. 2-55.

       

Abdülkadir el-Kûhen’in “Münyetü’l-Fakîr”inin bir nüshasının ilk ve son sayfaları.

Ezher Kütüphanesi, nr. 133399, vr. 2-41.

   

Abdülkadir el-Kûhen’in “Münyetü’l-Fakîr”inin 1315/1898 tarihli Amire baskısının ilk ve son sayfaları.

Bunların dışında birçok “Âcurrûmiyye” şerhi ile bu gelenek devam ettirilmiştir. [15]

[1] Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 2251, vr. 70.

[2] Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 33611, vr. 1. Burdan “Nahvu’l-Kulûb” veya “Nahvu’l-Kalb” gibi isimlerin, artık belli bir kitabın ismi olmaktan çıkıp bu geleneğin ismi olmaya evrildiği sonucuna varılabilir. Nitekim aynı bu isimde başka müelliflerin eserleri de vardır. Bu, her birinin adı “Usûlu’d-Dîn” olan birkaç kelam kitabı veya her birinin ismi “Ahkâmu’l-Kur’an” olan fıkhî tefsir kitapları gibi düşünülebilir.

[3] Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 4857, vr. 1.

[4]  Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 5808, vr. 1.

[5] Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 68122, vr. 1.

[6]  Bkz. Ali b. Meymûn, Risaletü’l-İhvân, Süleymaniye Kütüphanesi, Reşid Efendi Koleksiyonu, nr. 199.

[7]  Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 2251, vr. 13.

[8] Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 2251, vr. 14.

[9]  Bkz. Ali b. Meymûn, er-Risâletü’l-Meymûniyye, Ezher Kütüphanesi, nr. 2251, vr. 19.

[10]  Bkz. İbn Acîbe, “el-Fütûhâtu’l-Kuddûsiyye”, Thk. Abdüsselam el-Umrânî el-Hâlidî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Baskı: 2, Beyrut, 2015, s. 81.

[11]  Bkz. a.e., s. 40,42.

[12]  Bkz. a.e., s. 161-164.

[13]  Bkz. Abdülkâdir el-Kûhen, Münyetü’l-Fakîri’l-Mütecerrid, Thk. Bedreddin Mansur, Daru’l-Hayat, Halep, s. 11,12.

[14] Bkz. Abdülkaidr el-Kûhen, a.g.e, s. 12.

[15]  Bu şerhler için bkz. Hıbşî, Câmiu’ş-Şurûh ve’l-Havâşî, I/46,48,49,63,64-65.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu