Tasavvufta Râbıta -2- yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
“Râbıta”ya Niçin İhtiyaç Duyulur?
Râbıta, yüce Nakşibendî tarikatının esaslarından büyük bir esastır. Hatta râbıta, Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in sünnetine sımsıkı sarılmaktan sonra, Allah Teâlâ’ya vasıl olmanın en büyük sebebidir.[1]
Âriflerin belirttiğine göre, bütün kemâlât, Allah Teâlâ’dan alınmaktadır. Fakat feyz alma ve feyz verme, feyz alan ve feyz veren arasında ilâhi âdetin süregeldiği şekilde münâsebet olmasına bağlıdır. İnsan nefsi, bedenî alaka ve bağların esaretindedir; Allah Teâlâ ise bağlardan tamamen soyutlanmıştır ve aralarında münâsebet yoktur. Bundan dolayı aralarında iki yönlü yani soyutlanma ve bağlantılı olma yönü olan bir vâsıta gerekir. Nefis, bağlanma yönüyle o vâsıtadan feyz alır. Vâsıta ise soyutlanma yönüyle Allâh Teâlâ’dan feyz alır. O vâsıta da iki yön sahibi olan Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’dir. Ârifler bu hususu, peygamberlerin gönderiliş hikmetlerinden ve faydalarından birisi olarak açıklamışlardır.
Peygamberler, Allah ile Kullar Arasında Vasıtadır
Peygamberlerin (Salavâtullâhi Aleyhim Ecma’în) Allah Teâlâ ile kulları arasında vasıta olmasını Allah (Celle Celâlühü)’nün şu kavl-i celili de destekler: “Ey Rasûl(-ü zîşân)! Rabbinden sana indirilmiş olan (hükümlerin tamamın)ı tebliğ et! Eğer (bunu) yapmazsan, O’nun risâlet (ve elçilik görevinden hiçbir) ini (yerine getirmemiş ve) ulaştırmamış olursun. (Mâide, 67)
Zira bu ayet-i kerime iki hususa işaret etmektedir:
Birinci husus: Allah (Celle Celâlühü), Peygamberlere indirdiği hükümleri, vasıtasız bir şekilde insanlara tebliğ etme kudretine sahip olmasıyla birlikte tebliğ etmeleri için peygamberleri arada vasıta kılması, Allah Teâlâ ile kulları arasında bir münasebet olmadığından dolayıdır.
İkincisi husus ise vâsıtanın melekten değil beşerden olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ elçinin melek olmasını nefyederek şöyle buyurdu: “Eğer Biz onu bir melek yapacak olsaydık, elbette onu bir erkek (suretinde) yapardık ve (peygamberin insandan olması konusunda kendi kendilerine) düştükleri şüpheye onları yine düşürmüş olurduk.” (Enâm, 9)
Yani eğer bir meleği hakikaten rasûl kılsaydık, Cibrîl (Aleyhisselâm)’ın Dihyetü’l-Kelbî sûretinde olması gibi onu da bir erkek kılardık. Muhakkak ki beşerî kudret bir meleği kendi aslî sûretinde görmeye güç yetiremez. Rasûllerin görmesi ise, Allah’ın bir fazlı olarak kendilerine özeldir.[2]
Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Vefatından Sonra Vasıta
Sonra mübtedî olan salik, cismânî bağlarla sıkı sıkıya bağlı olması gibi kusurdan dolayı, vefâtından sonra direk Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den feyz alması mümkün değildir. Bilakis Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’den feyz alma hususunda iki yönü bulunup hayatta olan bir vâsıtaya ihtiyaç duyar. Birinci yön, diri olmasıdır. Böylelikle feyz alanın münâsebet kurması mümkün olur. Diğer yön ise feyiz veren vâsıtada bulunan bir hâldir ki onunla feyz almaya ve mânevî istifadeye kabiliyetli olur. Allâh Teâlâ o manevi hâli vâsıta olan mürşidin, diri olan başka bir vasıtadan telkîn alması sebebiyle yaratmıştır. O diri olan vâsıta da diğer canlı olan bir vasıtadan telkîn almıştır ki bu telkîn ve terbiye Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e kadar bu şekilde devam eder. Bu hâlin elde edilmesi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e ulaşıncaya kadar canlıdan canlıya ulaşan telkîn dışında gerçekten zordur. Bu ise, feyz verenden değil, mübtedîdeki kusurdan kaynaklanır.
Sâlik ve Terakki
Mübtedî-sâlik bu hâl kendisinde bulunan (mürşid)in terbiyesi altına girdiğinde, bu halden kendisinde bir şey hâsıl oluncaya kadar terakkîsi devam eder. Bu durumda sâlikin sadece şeyhinin rûhânîyetinden feyz alması mümkün olur. Eğer sâlik bu hâl kendisinde tamam olup da herkesin rûhâniyetinden özellikle de Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in rûhânîyetinden feyz alacak hâle geldiği zaman başkasının vasıtalığına ihtiyaç duymaz hatta kendisinin başkasına vâsıta olması mümkün olur.
Bunun benzeri, yolun başında olan ilim talebesinin durumu gibidir. Şöyle ki o işin başında kitap mütâlaasından gereken faydayı elde edemez. Bilakis o, ilmi öğretecek bir hocaya ihtiyaç duyar. Çünkü mübtedî talebenin mahsûsât ile taalluk ve irtibâtı olduğu için mâkulâta karşı yabancılığı söz konusudur. Aslında eksiklik kitaplarda değil talebededir. Zîrâ kitaplar eksiksiz olarak fayda vermesi üzere yazılmışlardır. Hatta bazı kitapların ifadeleri, hocanın anlatımından daha açıktır. Fakat talebe, anlatımı zayıf bile olsa hocasının anlatımından başkasını anlamaz. Talebe, okuyup anlama melekesi kazanıncaya kadar bu böyle devam eder. Eğer bütün kitaplardan mümkün mertebe istifâde etme melekesi elde ederse o zaman hocasına ihtiyacı kalmaz.[3]
“Râbıta”nın Faydası Hakkında Bazı Nakiller
Hâce Ahrâr (Kuddise Sırruhû), (v. 895/1490) hazretleri bu durumu Fıkarât’da şöyle dile getirir:
“Fayda vermesi itibariyle mürşidin gölgesi, Hak Sübhânehû’yu zikretmekten daha evladır.” Yani mürid için mürşidin gölgesi onun Allah’ı zikretmesinden daha evlâdır. Çünkü mürid, Zikredilen Hak Sübhânehû ile henüz tam bir münâsebete kavuşmamış olduğundan zikir yoluyla henüz tam olarak faydalanamaz.[4]
Muhammed el-Hânî (Kuddise Sırruhû) (v. 1279/1862), râbıtaya duyulan ihtiyacı şöyle özetler:
Vasıtasız Allah’tan istifade edemeyen, ilâhî feyizleri doğrudan alamayan bir mürid rabıtaya muhtaçtır. Bununla birlikte doğrudan doğruya Allah’tan feyiz alabilen ve istifade edebilen bir müridin, mürşid rabıtasını terk etmesi gerekir. Hatta rabıtayı terk etmesi vâcip olur. Çünkü böyle bir durumda rabıta ile meşgul olmak, gerileme ve inmeyi, ilerleme ve yücelmeye; hicap/perdelenmeyi de şühûd/müşahede mertebesine tercih etmek demektir. Bu ise Allah’tan yüz çevirme manasına gelir. Fakat mürid, rabıtayı terketmekle beraber mürşide olan sevgi ve muhabbetini terk etmez. Ona mensubiyetini unutmaz. Zira muhabbet ve mensubiyeti muhafaza etmek; müşahedeyi artırır, sâliki Allah’la ünsiyet ve mükâleme/konuşma makamına ulaştırır.[5]
İmam Rabbânî (Kuddise Sırruhû) yolun başında olan salikin, kâmil bir şeyhe kalbini raptetmesine duyduğu ihtiyacı şöyle ifade eder: En yüce gâye ve en muhteşem talep Hak Sübhânehû’nun mukaddes zatına ulaşmaktır. Ancak tâlip yolun başında iken çok farklı şeylere gönül bağlamış olması sebebiyle kirliliğin ve düşüklüğün son noktasında olduğundan ve O’nun kutsal zâtı da son derece yüce ve kusursuz olduğundan tâlip arayan ile matlûp aranan arasında feyiz alıp-verme sebebi olan münâsebet tamamen kopuktur. Bu durumda, tâlibin matlûba ulaşmasına bir vasıta olması için yolu bilen ve gören, berzahiyete (aracılığa) kabiliyeti olan ve her iki taraftan da bol bol nasiplenmiş bir şeyhe mutlaka ihtiyaç vardır.
Tâlip ile matlûp arasındaki münâsebetten her ne zaman bir şey elde edilirse, şeyh kendini o elde edilen şey miktarınca aradan çeker. Tâlip ile matlûp arasında tam münâsebet elde edilince de şeyh kendini tamamıyla aradan çıkarır. Çünkü artık o, tâlibi matlûba ulatırmış ve böylece de aracılığa ihtiyaç kalmamıştır.
Yolun başında ya da ortasında şeyhin vasıtalığı olmaksızın matlûbu müşâhede etmek mümkün değildir. Yolun sonuna ulaşıldığında matlûbun cemâli artık şeyhin vasıtası olmaksızın ortaya çıkar ve vasl-ı uryân hasıl olur.[6]
[1] Mevlâna Halid el-Bağdâdî, Râbıta Risalesi, s. 118.
[2] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, v/15. (Süleymaniye Kütüphanesi, Yusufağa Bölümü, no: 9898).
[3] Bahaeddin Efendi, İkazu’n-Naimin Ve Tenbîhü’l-Mukallidîn, v/15.
[4] İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 1, 187. Mektup.
[5] Muhammed ibn Abdillah Hânî, el-Behcetü’s-Seniyye, s. 74. (Mektebetü’l-Hakikat, İstanbul, 2002)
[6] İmam Rabbânî, Mektûbât, c. 1, 169. Mektup.