Kur’âniyyûn/Kur’an’cılık
Kur’ancılık düşüncesinin temel görüşleri 19. yüzyılda İngiliz hakimiyeti altındaki Hindistan’da Seyyid Ahmed Han ve talebesi Çerağ Ali tarafından ortaya atılmış ve Abdullah Çekrâlevî tarafından 20. yüzyılın başında dinî bir cemaat ve grup olarak batıl bir hareket halini almıştır.
Ehl-i Zikr ve’l-Kur’ân adıyla kurumsallaşan bu hareketin mensupları, Hz. Peygamber’in hadislerini inkâr etmeleri ve kendilerine sadece Kur’ân’ı delil aldıklarını söylemeleri sebebiyle Kurâniyyûn diye anılmaktadır.
Bu hareket, ilk liderine nispetle Çekrâlevî, hareketin fikir babası Seyyid Ahmed Han’ın pozitivist ve natüralist görüşleri sebebiyle Neyçırî/Tabiatçı ve bu ekolün en velûd şahsiyeti olan Gulam Ahmet Perviz’e nispetle Pervizî adlarıyla da anılmaktadırlar.
Kur’âniyyûn Ekolünün Temel Görüşleri
- Kur’âniyyûn akımına göre tek makbul kaynak Kur’ân olduğu için sünnet/hadîs, sahâbe, tâbiûn ve müçtehitlerin kavillerinin onlar nezdinde hiçbir anlamı yoktur.
- Kur’an da neshi kabul etmezler.
- Tefsirde sadece Arapça lugatının zahiri manasına itimat ederler. Bundan dolayı namaz, zekât, oruç, hac gibi şer’i şerifin özel bir manaya vazettiği lafızların manalarını inkâr etmişlerdir.
- Namaz ve oruç gibi ibadetleri İslâm ümmetinden farklı bir şekilde tatbik etmektedirler.
- Şirki, Allah’tan başkasına ibadet etmek veya ulûhiyyet ve rubûbiyyetten birinde Allah için ortak ispat etmek olarak tanımlarlar.
- Perviz ise şirki üç kısma ayırmıştır;
a. Allah’a ait olan bir şeyi gayrısına sarf etmek.
b. Allah’tan başkasının hükmüne tabi olmak.
c. Müslümanların fırkalara ayrılması.
Dolayısıyla Hz. Peygamber’in sünneti ve hükümleri ile amel etmek şirk olduğu gibi mezheplere ayrılmak da onlara göre şirktir.
- Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an’dan başka bütün mucizelerini inkâr etmişlerdir.
- Bu akımın mensupları, Kur’an’ı anlayıp tefsir etmede sünnet/hadîs, sahâbe, tâbiûn ve müçtehitlerin kavillerinin reddettikleri için Kur’an’ı anlama hususunda reycilik kapısını ardına kadar açmışlardır.
- Her ne kadar tefsirde sadece Arapçanın zahiri manasına itimat etseler de zahiri manası kendi görüşlerine zıt olan ayetlerin tefsirinde, Arap edebiyatının kaidelerini görmezden gelerek Kur’an’ın zâhiri manasını terk ederek akıl ve mantık dışı tevil ve izahlar yapmışlardır.
Kur’âniyyûn Ekolünün Sünnet ve Hadis Hakkındaki Şüpheleri
Bu taifenin bozuk fikirlerinin asıl sebebi sünneti inkâr etmeleridir. Şimdi bu ekolün sünnet ve hadisi inkâr etmelerinin sebeplerini maddeler halinde sayalım:
- “Allah’ın kitabı bize yeter.”
- “Sünnet, Allah tarafından gönderilmiş bir vahiy değildir.”
- “Allah’tan başkasının hükmüne tabi olmak şirktir, dolayısıyla sünnet ile hüküm vermek, hükümde Allaha şirk koşmaya götürür.”
- “Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sözleri, o dönemin şartlarına uygun olarak söylenmiştir. Dolayısıyla yaşadığı dönemle sınırlıdır.”
- “Sünnet, Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olmaktadır.”
Kur’âniyyûn Taifesinin Şüphelerine Cevaplar
Bu fırka için tek makbul kaynak Kur’ân olduğu için onların asılsız şüphe iddialarına yine Kur’ân dan cevaplar vermeye çalışacağız. Yoksa sünnetin hüccet olması hususunda ümmet-i Muhammed icma etmiş; sahabe, tabiin ve İslam alimlerinden hiçbir kimse sünnetin hücciyetini inkâr etmemiştir.
Bundan dolayı asırlardır namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler Hazreti Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) öğrettiği şekil üzere devam etmekte, onun gösterdiği şeklin dışına çıkılmamaktadır.
Birinci Şüphe: Allah’ın kitabı bize yeter iddiası.
Abdullah Çekrâlevî bu hususta şunları söylüyor:
“Allah’ın kitabında din hususunda her şey tafsilatlı bir şekilde zikredilmiştir, o vakit sünnete ne ihtiyaç vardır?”[1]
“Allah’ın kitabı tam ve apaçıktır, herhangi bir şerhe ihtiyaç duymaz, Peygamberin tefsirine, izahına ve ameli tatbikine de ihtiyaç duymaz.”[2]
Çekrâlevî’nin bu husustaki delili ise şu ayet-i kerimedir:
مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَى وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ﴾ [يوسف: 111]﴿
“Bu (Kur’ân), uydurulabilecek bir haber olmamıştır. Velâkin o, öncesinde bulunan (semâvî kitaplar)ın tasdîki, (din konusunda kendisine ihtiyaç duyulan) her şeyin tafsili (beyan ve izahı), inanmakta olan bir toplum için de büyük bir hidâyet ve yüce bir rahmettir.”[3]
CEVAP: Kur’an’ı Kerim’de şeriatın asıllarının tamamının bulunması hususunda herhangi bir şüphe yoktur. Fakat bütün cüz’i meselelerin Kur’an’da bulunduğu iddiası asılsızdır ve vakıaya uygun değildir. Eğer Abdullah Çekrâlevî’nin dediği gibi olsa beş vakit namazın vakitleri, rekât sayıları, zekâta tabi malların nisab miktarları, oruç, hac gibi ibadetinin tatbiki ve daha birçok füru meselenin Kur’an’da bulunması ve geniş bir şekilde izah edilmesi gerekir. Fakat bu meselelerin beyanı Hazreti Peygambere (sallallahu aleyhi ve sellem) tevdi edilmiş ve Kur’an’da açık bir şekilde Peygambere tabi olunması beyan edilmiştir.
وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ﴾ [النحل: 44]﴿
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.”[4]
Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere Rasûlûllâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) sadece kendisine indirileni tebliğ etmekle kalmamakta, “teblîğ” göreviyle birlikte “tebyîn” vazifesi de bulunmaktadır.
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا﴾ [الحشر: 7]﴿
“Artık o Rasûl size ne verirse onu hemen alın (kabul edin), sizi neden engellerse hemen (ondan) vazgeçin!”[5]
Âyet-i kerîmenin hükmü umûmîdir. Hatta İbn-i Mes’ûd (radıyallâhu anh), dövme yapanların ve peruk takanların lânetlendiği hususunda Kur’ân’dan delil soran bir kadına bu ayeti okumuştur.[6]
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ﴾ [النور: 56]﴿
“(Ey müminler!) O (farz) namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin ve o Rasûl(ün bütün emirlerin)e itaat edin! Tâ ki siz (tarafımdan) rahmet olunasınız!”[7]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ﴾ [محمد: 33]﴿
“Ey iman etmiş olan kimseler! Allah’a itaat edin ve O Rasûl’e de itaat edin ve (Allah’a ve Rasul’üne asilik sebebiyle) amellerinizi iptal etmeyin!”[8]
Abdullah Çekrâlevî’nin savunduğu bu görüşün butlanı o kadar aşikardır ki Kur’âniyyûn ekolünden olan Gulam Ahmet Perviz bile bütün cüz’i meselelerin Kur’an’da bulunduğu iddiasını kabul etmemiş ve Çekrâlevî’nin bu meselede hatalı olduğunu şöyle ifade etmiştir:
“Çekrâlevî’nin hata etmesinin merkezinde التفصيل ve المفصل lafızlarının Arapçadaki kullanımının Urducadaki ile aynı olduğu anlayışı vardır. Bundan dolayı meseleyi düzgün bir zemine oturtamamış ve neticede yanlış bir sonuca varmıştır.”[9]
Perviz’in bu ihtilafı onun Kur’âniyyûn taifesinden olmadığını göstermez. Çünkü o da Çekrâlevî ile sünnetin delil olmadığını savunanlardandır.
Peki Çekrâlevî’nin delili olan ayeti nasıl anlamamız gerekmektedir?
Ayette mezkûr olan (وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ﴿ ifadesinde «كل» lafzı kendisiyle has mananın murat edildiği umumi bir lafızdır.[10] Yani burada mecaz vardır ve bu kullanım Arap lügatında ve Kur’an’da mevcuttur. Nitekim Hz. Süleyman’a (aleyhisselam) Belkıs hakkında haber getiren Hüdhüd kuşunun sözü buna örnektir:
إِنِّي وَجَدْتُ امْرَأَةً تَمْلِكُهُمْ وَأُوتِيَتْ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ﴾ [النمل: 23]﴿
“Gerçekten ben, (Belkıs adında) öyle bir kadın buldum ki, o (diyarda buluna)nlara hükümdârlık etmektedir ve (krallara lâzım olan) birçok şey kendisine verilmiştir.”[11]
İkinci Şüphe: “Sünnet, Allah tarafından gönderilmiş bir vahiy değildir.”
Abdullah Çekrâlevî bu hususta şunları söylüyor:
“Bizler ancak Allah’ın vahiy ile indirdiği şeylere tabi olmakla memuruz. Bazı hadislerin Peygambere nispeti kat’i olsa bile bu hadislere uymak gerekli değildir. Çünkü bunlar vahiy yoluyla Allah tarafından indirilmemiştir.”[12]
Başka bir yerde ise şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Ehl-i hadis Allah tarafından Peygambere inen vahyin iki kısım olduğunu söylemektedir;
1- Aşikâr ve okunan vahiy ki bu Kur’an’dır.
2- Gizli ve okunmayan vahiy ki bu da Peygamberin hadisleridir.
Fakat ilahi vahiy misli getirilemeyen olmasına rağmen vahiy olduğu iddia edilen hadislerin misilleri olan binlerce mevzu hadis getirilmiştir.”[13]
Gulam Ahmet Perviz de böyle bir taksimin İslam’da olmadığını ve bunun Yahudilerin itikadı olduğunu söylemektedir.
CEVAP:
Rasûlûllâh’ın (sallâllâhu aleyhi ve sellem) sünneti vahiydir ve Allah tarafından kendisine bildirilmiştir. Necm Suresi’nin başında bulunan şu ayetler bunu açıkça ifade etmektedir.
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى (٢) وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى (٣) إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى﴾ [النجم: 2-4]﴿
“Arkadaşınız (olan Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem hak yoldan) sapmamıştır ve bâtıla inanıp cehâlete düşmemiştir. O nefsânî bir arzudan dolayı konuşmaz! O(nun söyledikleri), ancak bir vahiydir”.[14]
Üçüncü Şüphe: Sünnet ile hüküm vermek şirktir, çünkü hüküm sadece Allah’a aittir.
Abdullah Çekrâlevî şunları söylüyor:
“Allah’ın kitabı dururken insanları peygamberlerin kavillerine, fiillerine ve takrirlerine teşvik etmek eski zamanlarda gelen bir hastalıktır, Allah peygamberlerini hadislerden beri kılmış ve hadisleri küfür ve şirk saymıştır.”[15]
Bu hususta delilleri şu ayeti kerimedir:
إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ﴾ [الأنعام: 57]﴿
“Hüküm ancak Allâh’a aittir”. [En’am suresi: 57]
CEVAP:
Hüküm yetkisi mutlak olarak Allah-ü Teala’ya aittir bunda hiçbir şüphe yoktur. Fakat hüküm yetkisinin sadece Allah’a ait olması, Allah Teâlâ’nın ihtiyaç duyduğumuz veya ileride karşılaşabileceğimiz her konuda detaylı hükümleri tek tek Kur’an’da açıkladığını ve Peygambere müracaat etmeye gerek olmadığı anlamına gelmez. Bilakis Allah’ın hükmünü öğrenmede asıl bakmamız gereken merci peygamberdir. Nitekim bu hakikati Kur’an bize şu ayette açıkça beyan etmektedir:
إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ﴾ [النساء: 105]﴿
“Şüphesiz ki Biz o kitabı sana hak ile indirdik ki sen insanlar arasında Allâh’ın sana gösterdiği (karar/hüküm) ile hükmedesin.”[16]
Ayeti kerimede sadece (لتحكم بين الناس بالكتاب) “İnsanlar arasında kitapla hükmetmen için” buyrulmadı bilakis (بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ) lafzı kullanıldı. Bunun manası ise: “Allâh’ın sana gösterdiği yani öğrettiği, beyan ettiği hüküm ile hükmedesin” demektir. Bu da Allah’ın hükmünü öğrenmede Peygamberin asıl olduğunu ifade etmektedir. Çünkü kitap yeterli olsaydı herkes kitaba bakarak öğrenebilir, Allah’ın Peygamberine hükmünü bildirmesine gerek kalmazdı.
Ayrıca bu ayeti kerime Peygamberin sadece vahiy ile hüküm verdiğini ve sünnetin de vahye dayandığını açıkça beyan etmektedir. Eğer Kur’âniyyûn taifesinin iddia ettiği gibi Peygamberin hükmü vahye dayanmıyor olsaydı, Peygamberin Kur’an’da bulunmayan meselelerde vermiş olduğu hükmü kendi hevâ-i nefsinden olacak ve ona tâbi olan sahabîler Allah’ın hükmü diye Peygamberin hükmüne tâbi olacaklardı.
Mesela Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) namazın kılınış şekli hususunda şöyle buyurmuştur:
صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي» (البخاري: 631)»
“Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de namazı öyle kılın.” (Buhârî: 631)
Bu hadisten dolayı nübüvvet asrından bu zamana kadar bütün Müslümanlar bu rivayete dayanarak Allah’ın Kur’an’da murad ettiği namazın bu şekilde olduğuna itikat ederek, namazlarını Hazreti Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) kıldığı şekilde eda etmişlerdir.
Eğer bu şekil vahiy değilse haşa Hazreti Peygamber Allah’a iftira atmış demektir. Oysaki Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Peygamberin Allah’a iftira atması durumunda helak olacağı şöyle ifade ediliyor:
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ (٤٤) لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ (٤٥) ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (٤٦) فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ (٤٧) [الحاقة: 44-47]
“Eğer o (Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem), tarafımızdan kendisine vahiy gelmeksizin) bize karşı birtakım uydurma sözler iftira edecek olsaydı, elbette onun sağ elini yakalardık. Sonra da elbette onun şah damarını koparırdık! Sonra da sizden hiçbiri ondan (bu infazı) engelleyici kimseler olamazdınız!”[17]
Hazreti Peygamberin helak olmaması onun iftira atmadığını gösterir. Yok bu ayeti tevil edip başka manalara hamletsek bile müfteri bir kişinin getirdiği kitap ne kadar muteber olur?!
Dördüncü Şüphe: Sünnete ittiba Peygamberin hayatta olduğu zamanla sınırlıdır, günümüzde geçerli değildir.
CEVAP: Hazreti Peygambere tabi olmayı belli bir zaman dilimine ait kılan herhangi bir delil yoktur. Bilakis Kur’an’da Hazreti Peygamberin bütün insanlara gönderildiği açıkça ifade edilmiştir.
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا﴾ [سبأ: 28])
“Biz seni (Arap-Acem, siyah-beyaz ayrımı olmaksızın) topluca bütün insanlara, (inananlar için) bir müjdeleyici ve (inkâr edenler için) tam bir uyarıcı olarak gönderdik”.[18]
Beşinci Şüphe: Sünnet, Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olmaktadır.
Abdullah Çekrâlevî şunları söylüyor:
“Müslümanlar Zeyd’in, Amr’ın rivayetlerine bağlı kaldıkça fikir birliğine kavuşup tek bir sancak altında toplanamaz.”[19]
Gulam Ahmet Perviz ise şu ifadeleri kullanıyor:
“Kütübü sitteye olan saygı bütün beşerî düşüncelerin üstüne çıkmıştır. Halbuki bu kitaplar acemlerin İslam’ı ve Müslümanları ele geçirmek için kurduğu bir oyundur. Kütübü sitte imamları da bu oyunun bir parçasıdır. Bundan dolayı imamlardan hiçbiri Arap yarımadasından değil bilakis hepsi İranlıdır.”[20]
CEVAP:
Sünnetin Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olması iddiası da asılsızdır. Çünkü ayrılığa sebep olan sünnet değil sünneti anlama şeklidir.
Hatta sünnetin Müslümanlar arasında ayrılığa sebep olduğunu iddia eden ve bundan dolayı sünneti tamamen terk ederek sünneti hüccet olarak kabul etmeme temeli üzerine kurulan Kur’âniyyûn hareketinin içinden bir asır bile olmadan dört ayrı grubun oluştuğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu ekol de kendi içinde birçok konuda ihtilafa düşmüştür. Bu dört grup şunlardır;
1- Ehli’z-Zikr ve’l-Kur’ân: Kur’âniyyûn hareketinin ilk kurucusu Abdullah Çakralevî’nin talebesi olan Muhammed Ramazan’ın genel ilkelerini benimseyen bir gruptur.[21]
2- Ümmeti Müslime: Hoca Ahmedüddîn’in liderliğinde oluşan bir gruptur. Faaliyetlerini Pakistan’ın Lahor şehrinde sürdürmektedir. Namaz, oruç gibi ibadetlerde İslâm ümmetinden farklı bir yapıya sahip değillerdir. Bu açıdan Kur’âniyyûn hareketinden ayrılmaktadırlar.[22]
3- Tulû-u İslâm: Bu grup, Kur’âniyyûn ekolünün en hareketli ve çalışkan grubudur. Gulam Ahmet Perviz’in öncülüğünde kurulmuştur. Şu anda Pakistan genelinde faaliyetlerini sürdürdüğü gibi Avrupa’da da faaliyetleri vardır.[23]
4- Tahrîki Ta’mîri İnsâniyet: Yetmişli yıllarda ortaya çıkan bu grubun öncüsü Abdulhâlık Malvada’dır. Ancak grubun en önemli şahsiyeti Kadı Kifâyetullah’tır.[24]
Buradan anlaşılacağı üzere sünneti kaldırmak tefrikayı ortadan kaldırsaydı Kur’âniyyûn hareketinin gruplara ayrılmaması gerekirdi.
Kütüb-ü sitte imamlarının hepsinin Acem olma iddiası ise onların cehaletinin açık bir göstergesidir. Çünkü İmam Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi halis Araplardır. Bu imamların Müslümanlar tarafından fethedilen ve İslam hakimiyeti altında bulunan İran topraklarında yaşaması onları İranlı veya Acem yapmaz.
[1] Hâdim Hüseyin İlahi Bahş, Kur’âniyyûn ve Şübehâtühüm havle’s-Sünne, Mektebetü’s-Sıddîk, Baskı: 2, 2000, s. 210.
[2] A.e, s. 211.
[3] Yusuf, 111.
[4] Nahl, 44.
[5] Haşr, 7.
[6] Buhârî, Sahih, No: 4886; Müslim, Sahih, No: 120- (2125).
[7] Nur, 56.
[8] Muhammed, 33.
[9] Hâdim Hüseyin İlahi Bahş, a.g.e, s. 213.
[10] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, İhyâu’t-Türâs el-Arabî, 18/ 523.
[11] Neml, 23.
[12] Hâdim Hüseyin İlahi Bahş, a.g.e, s. 214.
[13] A.e, 214.
[14] Necm, 2-4.
[15] Hâdim Hüseyin İlahi Bahş, a.g.e, s. 219.
[16] Nisa, 105.
[17] Hakka, 44-47.
[18] Sebe, 28.
[19] Hâdim Hüseyin İlahi Bahş, a.g.e, s. 238.
[20] A.e, 238.
[21] Hâdim Hüseyin İlahi Bahş, a.g.e, s. 57.
[22] A.e, s. 59.
[23] A.e, s. 60.
[24] A.e, s. 62.