AkaidMakaleler

Haber-i Vahid İtikatta Delil Olur mu? -2-

Haber-i Vahid İtikatta Delil Olur mu? -1- yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Kesinlik Mertebeleri İtibarıyla İlmin Çeşitleri

Kesinlik mertebeleri itibarıyla ilim beşe ayrılır:

  1. Yakîn
  2. İtminan
  3. Zan
  4. Şek
  5. Vehim

Yakînî Bilgi: Kızgın demire dokunduğumuzda onun sıcak olduğunu bilmemiz yahut İstanbul’un fethini bilmemiz yahut Afrika kıtasının varlığını bilmemiz gibi inkârı mümkün olmayan bilgilerdir.[1]

Yakînî bilgiyi elde etme yolları üçtür:

  1. Sağlıklı duyu organları ile elde edilen bilgiler (kızgın demire dokunarak onun sıcak olduğunu anlamamız gibi)
  2. Akıl ile elde edilen bilgiler (2 kere 2’nin 4 ettiğini bilmemiz gibi)
  3. Doğruluğu yüzde yüz olan haberler ile elde edilen bilgiler. Doğruluğu kesin olan bu haber de ikiye ayrılır:

a. Mütevatir; yani aklen yalan olduğuna ihtimal vermenin mümkün olmayacağı derecede kalabalık topluluklar tarafından aktarılan haberler

b. Mucizelerle desteklenmiş ve yalan söylemesi mümkün olmayan peygamberlerin sözleri

Yakînî bilgilerin çeşitleri de eski eserlerde ortalama 6 kısımda incelenmiştir:

  1. Evveliyyat (İlk bakışta anlaşılan şeyler) Misal: Bir, ikinin yarısıdır. Bütün, parçasından büyüktür.
  2. Müşahedat/Hissiyyat (Görmek gibi hislerle bilinen şeyler): Misal: Güneş etrafı aydınlatır. Ateş yakıcıdır.
  3. Mücerrebat (Tecrübe yoluyla bilinen şeyler): Misal: Mahmûde/Bingöz otu safra kesesi hastalıklarına iyi gelir.
  4. Hadsiyyat (Akılda bila vasıta oluşan kuvvetli tahmin ile bilinen şeyler): Misal: Ay, ışığını güneşten alır.
  5. Mütevatirat: Misal: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Peygamber olduğunu söylemiş ve mucizeler izhar etmiştir.
  6. Kıyası kendinden kaziyyeler (Fıtriyyat): Misal: Dört, çift rakamdır. Bu bilgiyi zihnimizde hazır bulunan “İkiye bölünebilirlik” Aracı bilgisi/Hadd-i evsatı vesilesiyle biliriz.[2]

İtminan: Yakînî bilgi derecesine çok yakın olan bilgilerdir. Buna, Hanefî Usul-i Hadisi ıstılahındaki “Meşhur haber” örnek olarak verilebilir.[3]

Zan: Doğru olduğuna dair ihtimalin yüksek/yüzde elliden fazla olduğu bilgilerdir. Bu bilginin tercih ettirici bir sebebi bulunduğundan zıddına “vehim” denir.[4]

Şek: Doğru olma veya yanlış olma ihtimali eşit olan bilgilerdir.[5]

Vehim: Aklen mümkün olup vukuuna dair herhangi bir delilin bulunmadığı bilgilerdir.[6]

Bu itibarla baktığımızda, halk arasında kullanılan “zan” kelimesi ile İslamî ıstılahtaki “zan” kelimesi arasında fark vardır. Günlük hayatımızda “zan” kelimesini çoğu defa “vehim” manasında kullanırız. Doğru olduğuna dair elimizde bir delilin bulunmadığı bilgiler hakkında “Bilmiyorum ama öyle zannediyorum” deriz. Halbuki İslâmî ıstılahta zan kelimesi, “doğru olduğuna dair delil bulunan fakat Afrika kıtasının varlığı kadar inkârı delilik kabul edilecek bir mertebede olmayan haber” manasına gelir.

Daha iyi anlaşılması için bir misal verecek olursak, hayatında hiç yalan söylemediği bilinen salih bir insanın yanınıza gelerek, “Sizin evde yangın çıkmış. Hemen itfaiyeyi ara!” sözü İslamî ıstılahtaki “zan” mertebesindedir. Zira bu sözün doğru olmaması adeten mümkündür. Fakat bir kişinin böyle bir habere, “zan mertebesinde olduğu gerekçesiyle” itibar etmemesi akılsızlık olacaktır.

Aynı şekilde, mühim işlerde, delili bulunmayan peşin hükümler ve tahminler üzerinden hareket etmek de aklın icaplarına terstir. Müsteşriklerin “Muhtemelen fıkhı Iraklılar uydurmuştur”, “Muhtemelen hadisleri her fırka kendi fikrini desteklemek için uydurmuştur” kabilinden sözleri, kafir olmalarından ve İslam’ın bugüne kadar gelişini, kendilerine din uyduran cahil toplulukların tarihteki tabii seyrine kıyas etmelerinden mütevellit olup “Hükmü önceden verilmiş, delili bilahare uydurulmuş” tahmin ve vehimlerden ibarettir.

İşin kötü yanı, Müsteşriklerin talebeleri ve talebelerinin talebeleri olan, zihnen batılılaşmış ilahiyat hocalarının bu iddiaları sahiplenerek Müslümanlara yaymakta olmalarıdır.

Bizlere Sened ile Gelen Sünnetin Bilgi Verme Kuvveti

Şunu kat’i surette ifade etmek gerekir ki, bizlere sened ile gelen sünnetin bilgi verme kuvveti, bugün elde var olan “padişahlarının sözleri”, “yazılı vasiyetleri”, “savaşlarda geçen hâdiseler”, “taşlara yazılmış kitabeler”, “vakanüvislerin kayıtları” veya “hatıratlar” gibi tarihî verilerden çok daha kuvvetlidir. Zira elde var olan bu tür tarihî verilerin hiçbiri, bırakın her biri teker teker incelenmiş, sıkı bir elekten ve tenkitten geçirilmiş şahıslardan oluşan senetlerle bizlere ulaşmayı, bir senede dahi sahip değildirler. Sadece doğru olduklarını muhtemel kılan karinelere sahiptirler.

Mesela: Bir hatıratın yazarının doğru söylediğine dair karine, onun, “hayatı boyunca hiç yalan söylememiş salih bir insan olması” değil, “muhalifleri hakkında konuşmak” gibi yalan söylemeye itici bir unsurun bulunmasıdır. Bu hatıratın yazara ait olduğuna dair bilgi ise, çocukları veya torunları tarafından neşredilmesinden ibarettir. Bu naşirlerin doğru söylediklerine dair karine ise, yine “hayatları boyunca hiç yalan söylememiş salih birer insan olmaları” değil, “muhaliflerini tenkit etmek” veya “bir malda hak iddia etmek” gibi yalan söylemeye itici bir unsurun bulunmamasından ibarettir.

Yukarıda verdiğimiz misaldeki hatırat, çok kuvvetli bir tarihi vesika olarak kabul edilirken, şayet içeriği bir hadis olsaydı, hadis âlimleri tarafından “şiddetli zayıf” mertebesinde kabul edilirdi.

Öyleyse, Kitaba veya meşhur Sünnete muhalefet[7] gibi metnin içeriğiyle alakalı gerekçelerin dışındaki sebeplerle zayıf olduğu kabul edilen hadis-i şerifler, elde bulunan tarihî verilerin hemen hepsinden daha kuvvetli birer vesikadırlar.

Bunu bildikten sonra, sahih hadislerin verdiği bilgi derecesi ile alakalı kullanılan “zan” tabirinden ne kastedildiği ve ne derecede kuvvetli olduğu daha iyi anlaşılmış olur.

Haber-i Vâhid’in İlim İfade Etmesi ve İtikatta Delil Oluşu

Bilgi dereceleri ile alakalı yukarıda verilen malumattan da anlaşılacağı üzere, haber-i vahid yakînî bilgi ifade etmez. Zannî bilgi ifade eder. Bu zannî bilgi de delile dayalı ve doğruluğu yüksek olan bir bilgidir.

İslam’da itikat bakımından bilgi üç kısma ayrılır:

  1. İnanılması mecburi olup inanmayanın kâfir olacağı bilgiler. Bunlar Kur’an-ı Kerim ve mütevatir haberdir.
  2. İnanılması vacip olan fakat inkârı küfrü gerektirmeyen bilgiler. Bunlar mütevatir seviyesinde bulunmayan sahih hadislerdir. Bunları inkâr eden kişi kâfir olmaz fakat sahih olduğunu bilmesine rağmen inkâr ediyorsa sapkın olur.

(Bundan maksat “Gerçekten bunu Peygamber söylediyse de ben inanmıyorum” demek değildir. Zira bunu söylemek kişiyi küfre sokar. Bu cümleden maksat, “sahih olduğunu bilmesine rağmen sıhhatini inkâr ediyorsa” demektir.)

  1. İnanılması vacip olmayan fakat inanılmasında bir beis de bulunmayan haberler. Bunlar Kitaba veya meşhur Sünnete zıt olmayan zayıf hadislerdir.

Buradan da anlaşılacağı üzere “haber-i vahid ameli gerektirir, ilmi gerektirmez” veya “haber-i vahid itikatta delil olmaz” sözünden maksat, “inanç içerikli bir hadis-i şerifin inkâr edilmesi gerektiği” değil, bilakis “inkâr edenin tekfir edilmemesi gerektiği”dir.

Yani, haber-i vahid ile sabit olan bir bilgi, insanın iman dairesinde bulunmasını sağlayan itikat esaslarından değildir. Bu sebeple inkâr eden tekfir edilmez. Fakat sıhhatini bilmesine rağmen inkâr eden sapkın olur.

İmam-ı Teftâzâni bu hususta şöyle diyor:

Eğer “İtikat bahsinde zan bildiren delillere itibar edilmez” sözüyle, “Ondan kesin inanç hasıl olmaz” kastedildi ise bunda ihtilaf yoktur. Eğer “Haberin içerdiği bilgiye dair “zan/kuvvetli bilgi” hasıl olmaz” kastediliyor ise, bu, çok açık bir şekilde batıldır.[8]

Ferhârî, Şerhu’l-Akaid şerhinde diyor ki:

Akaid iki kısımdır. Birinci kısım mutlaka kesin bilginin elde edilmesi gereken kısımdır. Allah’ın varlığı ve birliği gibi. Diğer kısım ise zannî bilgilerden oluşan kısımdır. “Peygamberlerin meleklere üstünlüğü” gibi. Bu hususta (yüzde yüz kesin olmasa da) zanna (yani kuvvetli bilgiye) itibar etmek mümkündür.[9]

Bir hükme dair zannî (yani kuvvetli bilgi ifade eden) bir delil bulunursa, ona inanmakta bir mahzur yoktur. Aksine, onun inkârı mahzurlu olur. Zira bu kuvvetli delilin zıttına inanmaktır.[10]

Bununla beraber İslam alimlerinden haber-i vahidin yakînî bilgi ifade edeceğini söyleyenler de vardır.

İbni Hazm “el-İhkam” kitabında şöyle demiştir: “Kesin olarak sabittir ki, adil bir kimsenin kendisi gibi adil kişiler vasıtasıyla Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den naklettiği haber haktır, kesindir. Hem ilim hem de ameli gerektirir.” Daha sonra İbni Hazm bu görüşü, Ahmed ibni Hanbel, Davud ez-Zahirî, Haris el-Muhasibî ve Ebu Ali el-Kerabisî’ye isnat etmiştir.[11]

İbn-i Salah, bu tür haber-i vâhidlerin nazarî olan yakînî bilgi ifade ettiklerini ve kesin doğru olduklarını söylemiştir.[12]

Bâcî, ümmetin kabul ettiği haber-i vâhidin ilim bildireceğini söylemiştir.[13]

Zahid el-Kevseri şöyle demektedir: “Haber-i vahid ilim ifade etmez” diyenler, ihtilaf halindeki fırkalardan sadece bir fırkanın görüşüne muvafık olan haber-i vahidleri kastetmişlerdir. Yoksa ümmetin ittifakla kabul ettiği haber-i vahidlerin doğruluğuna kesin inanılır. Nitekim Ebu’l-Muzaffer es-Semânî “El-Kavâtı” adlı eserinde bunu açıkça ifade etmiştir.[14]

Netice

Netice olarak, şayet haber-i vahid, sıhhat şartları tutan bir hadis-i şerif ise baş üstünde tutulması vacip olup içeriğine göre değerlendirilir. Amel ile alakalı bir hadis-i şerif ise amel edilir. İnanç ile alakalı bir hadis-i şerif ise kendisine inanılır. Hele üzerinde ümmetin ittifak ettiği bir hadis-i şerif ise kesin surette itimat edilmesi gerekir. Bu aklın ve naklin gereğidir. Fakat mütevatir seviyesinde olmadığından dolayı inkâr eden kafir sayılmaz.


[1] Muhammet Ali et-Tehanevi, Keşşafu Istılahati’l-Funun, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, m.2013-h.1434, c.4, s.416.

[2] El-Katibi, Risaletü’ş-Şemsiye, (Kutbuttin er-Razi şerhi ve Seyyit Şerif el-Cürcani haşiyesi ile beraber) Menşurâtu Bidar, h.1426, Kum, s.457.

[3] Ebulberekat en-Nesefi, Menaru’l-Envar, (Molla Civan, Nuru’l-Envar / Abdulhalim el-Leknevi, Kameru’l-Ekmar / es-Senbehli, Sırru’l-Esrar ile beraber) Mektebetü’l-Büşra, h.1438-m.2017, Karaçi-Pakistan, c.1, s.591-2.

[4] Muhammet Ali et-Tehanevi, Keşşafu Istılahati’l-Funun, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, m.2013-h.1434, c.3, s. 187.

[5] Muhammet Ali et-Tehanevi, Keşşafu Istılahati’l-Funun, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, m.2013-h.1434, c.2, s.530,

[6] Muhammet Ali et-Tehanevi, Keşşafu Istılahati’l-Funun, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, m.2013-h.1434, c.4, s.369; ayrıca bkz “zan” maddesi c.3, s.187.

[7] Ebulberekat en-Nesefi, Menaru’l-Envar, (Molla Civan, Nuru’l-Envar – Abdulhalim el-Leknevi, Kameru’l-Ekmar – es-Senbehli, Sırru’l-Esrar ile beraber) Mektebetü’l-Büşra, h.1438-m.2017, Karaçi-Pakistan, c.1, s.590.

[8] Et-Taftazani, Şerhü’l-Mekasıd, Alemü’l-Kütüp, Beyrut, h.1419-m.1998, c.5, s.63.

[9] El-Ferhari, en-Nibras, Mektebetü Yasin, İstanbul, h.1433-m.2012, s.29.

[10] El-Ferhari, en-Nibras, Mektebetü Yasin, İstanbul, h.1433-m.2012, s.601.

[11] İbni Hazm, el-İhkam fi Fusuli’l-Ahkam, Daru’l-Afaki’l-Cedide, Beyrut, c.1, s. 119; el-Ğumari, Akidetü Ehli’l-İslam, Vahiletü Âli’l-beyt li İhyai’t-Türasi ve’l-Ulum, Filistin, s.52.

[12] el-Ğumari, Akidetü Ehli’l-İslam, Vahiletü Âli’l-beyt li İhyai’t-Türasi ve’l-Ulum, Filistin, s.52-3.

[13] El-Bâci, İhkam’ul-Fusul, Daru’l-Garbi’l-İslami, Beyrut, h.1415-m.1995, c.1, s.336.

[14] Zahid el-Kevseri, Nazratün Âbira, Kahire, h.1408-m.1987, s.67.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu